12 Ekim 2024
Şehirler ve İlçeleri

BEYŞEHİR ADI NEREDEN GELİYOR?

Aynı adı taşıyan gölün güneydoğu kenarında kurulmuştur. Beyşehir gölünden çıkan Beyşehir çayı şehrin mahallelerini birbirinden ayırmaktadır.

Şehrin adı Türkçe belgelerde el-Medîne es-Süleymâniyye el-Eşrefiyye, Süleymanşehir, Begşehir, Bekşehir ve Beyşehri gibi değişik şekillerde geçer. XII. yüzyıl ortalarında mevcut olan şehir daha sonraları harap olmuş, XIII. yüzyılın ilk yarısında, Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubad devrinde, muhtemelen 1240’tan biraz önce çoğunluğunu Üçoklar’ın oluşturduğu Türkmenler tarafından yeniden kurulmuştur. Bu durum şehirde Armağanşah adını taşıyan bir mahalle ve bir caminin bulunmasından da anlaşılmaktadır. Antalya, Isparta, Konya ve Beyşehir’de pek çok vakıf eseri olan Mübârizüddin Hacı Armağanşah, Sultan Keyhusrev’in oğlu İzzeddin Keykâvus’un atabegidir. II. Gıyâseddin Keyhusrev’in cülûsunda üstâdüddârlık da yapan Armağanşah 1248’deki Babaî isyanında öldürülmüştür. Yine Seydişehir’in kuruluşunu anlatan Seyyid Hârun menâkıbnâmesinden de şehrin XIII. yüzyılın ilk yarısında yeniden kurulduğu anlaşılmaktadır. Beyşehir ismi ise XIII. yüzyılın sonunda şehri merkez yaparak Akşehir, Seydişehir, Şarkîkaraağaç ve Bolvadin bölgelerinde hüküm süren Eşrefoğlu Süleyman Bey’e izâfeten verilmiştir. Eşrefoğlu Süleyman Bey şehri imar ettirmiş ve burada kendi adına para bastırmıştır.

Beyşehir XIII. yüzyıldan itibaren sırasıyla Konya Selçukluları, Karamanoğulları, Eşrefoğulları, Hamîdoğulları ve Osmanlılar’ın hâkimiyetine girdi. Özellikle Karamanlılar devrinde Osmanlılar’la Karamanlılar’ın mücadele sahası oldu. Karaman-ili’nin batı ucunda bulunması şehri jeopolitik bakımdan önemli hale getirdi ve 1466 yılına kadar Osmanlılar’la Karamanlılar arasında pek çok kere el değiştirdi. Şehrin Osmanlılar’a ilk geçişi I. Murad zamanına rastlar. I. Murad burayı Hamîdoğlu Hüseyin Bey’den Akşehir, Seydişehir, Şarkîkaraağaç, Yalvaç ve Isparta şehirleriyle birlikte satın aldı. 1389’da Karamanoğlu Alâeddin Bey, 1392’de Yıldırım Bayezid, 1402’de Karamanoğlu II. Mehmed Bey, 1414’te Çelebi Sultan Mehmed, 1435’te Karamanoğlu İbrâhim Bey, 1436’da II. Murad tarafından alınan şehir nihayet 1466’da kesin olarak Osmanlı topraklarına katıldı.

Osmanlı hâkimiyetinin ilk dönemlerinde Beyşehir idarî bakımdan Karamanlılar devrinde olduğu gibi vilâyet merkezi olarak bırakıldı. Daha sonra Akşehir, Bolu, Çankırı, Sinop şehirleri gibi ikinci derecede sancak merkezi haline getirildi. II. Bayezid’in oğlu Şehzade Şehinşah ve onun oğlu Mehmed Bey burada sancak beyi olarak bulundular. Beyşehir’in Seydişehir ve Bozkır bölgesini kapsayan sancağın merkezi olması II. Bayezid devrinde gerçekleşti. XVI. yüzyılda ise Karaman eyaletinin yedi sancak ve kaza merkezinden (Konya, Akşehir, Niğde, Aksaray, Kayseri ve Kırşehir) biriydi. 210.000 akçe hassa sahip olan Beyşehir sancak beyi burada otururdu. Beyşehir’in merkezi olduğu sancak idarî ve adlî bakımdan iki kaza ile dokuz nahiyeden oluşuyordu. Bunlar Beyşehir ve Seydişehir kazaları ile Göçü, Kıreli, Cezîre (Cezâir), Yenişehir (Yenişar), Kaşaklı, Yağan, Yaylasun, Gurgurum ve Bozkır nahiyeleriydi. Gurgurum ve Bozkır nahiyeleri Seydişehir kazası sınırları içindeydi. Ayrıca XVI. yüzyılda Beyşehir Karaman eyaletinin en kalabalık bölgesi ve Konya’dan sonra en zengin sancağı idi. Kâtib Çelebi XVII. yüzyıl ortalarında burayı kaza ve kasaba olarak zikreder. Tanzimat’ın ilânından bir süre önce ise burası müsellemlik merkezi durumundaydı.

Beyşehir yöresi XVI. yüzyılda Alâiye, Manavgat ve Teke Türkmenleri’nin yaylak ve kışlağı idi. Alâiyeli Tunêrul, Satılmış, Kızıllı, Süle, Ağzıaçıklı, Serik, Akbayındırlı, Umurbeyli taife ve cemaatleri bölgedeki Yalınca, Şâbanlar, Sunkuroluğu, Sorkun, Ovacık, Maluç, Melânkürûd, Küre, Kürdler, Kavakalanı, İtburnu, Çayırkovan, Halilovası, Gökçer, Elvankışlağı, Davras, Çıkrık, Almalu, Ulucak, Arzyurdu, Burnueğri, Ardıçönü, Alıç ve Avratçık yaylalarında yaylıyorlardı.

Beyşehir XVI. yüzyıl başlarından itibaren nüfus yönünden giderek gelişme gösterdi. 1507’de 269 hâne, yani yaklaşık 1350 kişiden ibaret olan şehir nüfusu 1518-1524 yılları arasında 1700’den 1900’e (337-378 hâne) yükseldi, 1584’te ise 3000’i (603 hâne) aştı. 1641’de 222 hâne, 1899’da 409 hâne ve 1914’te 600 hâne nüfusa sahipti. Bu nüfusuyla Ilgın, Hadim ve Hatunsaray’dan büyük; Akşehir, Lârende (Karaman) ve Seydişehir’den küçüktü. % 99’u Türk ve müslüman olan şehir nüfusu on dokuz mahalleye yayılmıştı. Bu mahalleler Tabaklar (Debbâğîn), Kuyumcu (Zergerân), Dalyan, Subaşı, İbrâhim Ağa, Kadı Muhiddin, Asilbey (İhtiyar Fakih veya Mancınık), Seydi Ali, Hoca Sinan, Hüseyin Çelebi, Çukur (Hoca Kasım), Hoca Balı, Hacı Armağan (Meydan), Câmi-i Şerif, Kapı Mescidi, Demirli, Musallâ, Eminler (Hacı İvaz) ve Yelten idi. Evsat, Hacı Âkif, Hamidiye, Yeni ve Müftü adlı mahalleler ise XIX. yüzyılın sonunda kurulmuştu. 1570-1571 yıllarında Beyşehir’den 262 hâne Kıbrıs’ta iskân edilmişti.

Beyşehir fizikî yapısı itibariyle tam bir Türk-İslâm şehri durumundaydı. Şehir, İçerişehir’deki Eşrefoğlu Külliyesi ile Dışarışehir’deki Hacı Armağanşah Camii etrafında gelişmiş olup ayrıca pek çok mimari esere sahiptir. Burada Eşrefoğlu Süleyman Bey ve Hacı Armağanşah camileri ile Subaşı Mahallesi Camii’nin yanı sıra Ahî Yâkub, Asilbey, Ateşhor, Cevher Ağa, Demirli, Hacı İbrâhim b. Seydi, Hacı Kasım, Hayyât Halil, Hoca Sinan, İbrâhim Ağa, Kadı Muhiddin, Kapı, Musallâ, Ödül Çavuş, Saçı Gökçek, Sefer Şah, Subaşı, Dalyan ve Debbâğîn mescidleri yer almaktadır. Eşrefoğlu Medresesi, muallimhânesi, türbesi, hamamı, bedesteni, İsmâil Ağa Medresesi, Hacı İbrâhim b. Seydi Mektebi, Ahî Kemal, Ahî Mesud, Çilledâr, Ertunzâde, Kalenderhâne, Şeyh Hacı Hasan, Mehmed, Seyyid Hasan, Şeyh Hamza zâviyeleriyle Cevher Ağa Kervansarayı, Eşrefoğlu Süleyman Bey’in tamir ettirdiği kale diğer tarihî ve mimari eserleri teşkil eder. Kâtib Çelebi şehirde bir kale, iki cami, hamam ve pazar yeri bulunduğunu belirtir. Ali Cevâd ve Şemseddin Sâmi ise XIX. yüzyıl sonlarında şehirde üç cami, yedi mescid, dört medrese, bir rüşdiye, iki sıbyan mektebi, üç han ve sekiz on gözlü harap bir köprünün mevcut olduğunu bildirirler.

Beyşehir’in nüfusu 1927’de 2578 iken yavaş bir artışla 1950’de 3173 olmuş, ilk defa 1975 sayımında 10.000 nüfusu aşarak 15.845’e ulaşmış ve 1990 sayımında da 30.412 nüfus sayılmıştır.

Beyşehir ilçesi, merkez bucağından başka Doğanbey ve Üzümlü bucaklarına ayrılmıştır. Yüzölçümü 2150 km2 olan ilçenin 1990 sayımının sonuçlarına göre nüfusu 93.565, nüfus yoğunluğu ise 44 idi.

BEYŞEHİR’İN TARİHİ

 Geçmiş asılarda Beyşehir Gölünün de içinde olduğu bölge Pisidya adıyla anilırdı. Pisidya’da Karallia olarak bilinen bir şehir adıydı. Ramsay bu konuyu şöyle değerlendirir; “Biri gölün güneydoğusunda, Trogitis gölü’ne akan suyun ağzında, diğeri güneybatısında olmak üzere ihtimal iki şehir bulunuyordu. Bu ikincisinin Parlais olma ihtimali daha kuvvetli olduğu için birincisini Karallia olarak kabul etmeniz lazım geliyor.” Yine Ramsay’a göre Karallia Bizanslılar zamanında Skleros adını almıştır.

Daha sonra harap olan Karallia, Viranşehir adını almıştır. Onüçüncü yüzyılın ilk yarısında, Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubad devrinde, muhtemelen 1240’tan biraz önce çoğunluğunu Üçoklar’ın oluşturduğu Türkmenler tarafından yeniden kurulmuştur. Eşrefoğulları’nın hakim olduğu dönemden itibaren Viranşehir’in adı Süleymanşehir olmuştur.

Beyliğin merkezi olmasından dolayı geçen zamanla beraber beyin şehri olarak anılır. Bundan dolayıda Beyşehir adını alır. Beyşehir adının bir de efsanevi hikayesi vardır. Buna göre; Trogitis’de bulunan Seydi Harun Veli şimdi kendi adıyla anılan camiyi yaptırmaktadır. Eşrefoğlu Mehmet Bey de ona malzeme yardımında bulunur. Sonrasında gelişen olaylar onları dost yapar. Eşrefoğlu, Trogitis’e Seydişehir adını verirken Seyyid Harun Veli de Süleymanşehir’e Beyşehir adını vermiştir. Görüldüğü gibi Beyşehir’in akıp giden zaman içinde aldığı adları incelerken tarihinin kilometre taşları da hemen belirmektedir.

Muhtemelen Beyşehir ve çevresinin tarihi M.Ö 7000’li yıllara kadar uzanmaktadır. Yapılan araştırmalar Beyşehir’in daha o dönemde önemli bir yerleşim alanı olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. M.Ö 5700-M.Ö 5300 arasına tarihlenen Erbaba Höyüğü kalıntıları bunun en somut göstergesidir. Kıstıfan Köyü yakınlarındaki höyükteki kazılarda Kanadalı bilim adamları Jacgues ve Louisse Alpes Bordaz çifti tarafından yapılmıştır. (1968-1975).

Erbaba Höyüğü ile ilgili olarak yapılan değerlendirme şöyledir: “Beyşehir’in 10 km kuzeybatısında deniz düzeyinden 1130 m yüksekliğindeki doğal bir tepenin üstünde, günümüzden yaklaşık 7500 yıl öncesine tarihlenen R.Solecki’nin yörede yüzey araştırması yaparken bulduğu höyük, Jacques ve Luiesse Alpes Bordaz başkanlığındaki bir ekipçe kazılmaktadır. Yaklaşık 80 m çapındaki Erbaba’da dört kat saptanmıştır. En alttaki 4. kattan pek fazla bir şey çıkmamış en çok buluntu 3. katta ele geçmiştir.”

1. 2. ve 3. katlardaki yapıların temellerinde büyük taş bloklar kullanılmıştır. Duvarlar ise, çamur harçla örülmüş kireçtaşı bloklarla yapılmıştır. Duvar kalınlığı 60 cm’den fazladır. 3. kattaki bazı duvarlar kırmızı renkli sıvayla kaplanmıştır. Birbiriyle yakın diziler halindeki dikdörtgen planlı evler kuzeydoğuya bakmakta, içeriye damdan girilmektedir. Evlerin batısında bölme duvarları vardır. döşemeleri sıkıştırılmış topraktan yapılmıştır. Erbaba’da taş alet yapımı oldukça gelişmiştir. Bunların arasında çakmak taşı yada doğal camdan yapılmış yongalar, kazıyıcılar, orakdilgiler, çentikli ve dişli dilgiler sarp kenarlı dilgiler, uç ve yuvarlak kazıyıcılar, delici ve kalemler çoğunluktadır. Ok ucu az bulunmuştur. Öğütme taşları oldukça çoktur. Vurgu taşarlı, tokmaklar, perdah aletleri, ufak küreler, cilalı taştan küçük yassı baltalar ve renkli taş boncuklar öbür taş buluntularıdır. Ayrıca kemik ve boynuzdan bizler, gözlü iğneler, çuvaldızlar, mablaklar, kaşıklar, saplar ve pişmiş topraktan heykelcikler ele geçmiştir. Erbaba çanak çöleği ‘deniz kabuklu’ ve ‘ince taşcıklı’ olmak üzere iki gruba ayrılır. Üst katlardan çıkan ‘deniz kabuklu’ çanak çömlek kırmızı, kahve yada sarımsı kurşuni renkte kaba hamurdan yapılmış olup, iyi açkılanmıştır ve tek renklidir. Bunların çoğu dar ağızlı çömlekler yada kenarları dik, dipleri düz, kulpları yarım ay biçiminde kaplardır. İnce taşçıklı çanak çömlek daha çok alt katlarda ele geçmiştir. Hamurlar kaba, donuk siyah yada kahverenkli bu kapların yüzeyleri açkılıdır. Biçimleri üst katlarda görülenlerle aynıdır. Yalnız kulpları düşey ve deliktir. Çok sayıda hayvan kemiğinden Erbaba’da koyun, keçi ve sığırın evcilleştirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Erbaba evcil keçi ve koyun kemiklerinin kesinlikle birbirinden ayrılabildiği bir buluntu yeri olarak çok büyük önem taşır. Erbaba ‘emmer ve einkorn buğdaylarıyla sert arpa , mercimek ve bezelye tarımı yapıldığı saptanmıştır. Hiç mezar bulunmamış ama 3. katta dağınık olarak insan kemiklerine rastlanmıştır. Günümüzde söz konusu höyüğün hemen yanında Beyteks-Tekstil fabrikası faaliyet göstermektedir. Geçmiş nesillerin geçiş noktası olan bu çevrede araştırılmaya muhtaç daha başka höyük ve örenler de vardır. Bunların başlıcaları; Akburun, Yılan, Örentepe, Kuşluca, Eflatunpınar, Liz, Burun, Kaşaklı ve Gündoğdu höyükleri’dir. Bunların dışında henüz önemi kavranmamış veya gün yüzüne çıkmamış daha birçok höyüğün bulunma ihtimali vardır.

Yukarıda adı geçen höyüklerden biri olan Kaşaklı höyüğü, Yeşildağ Kasabası yakınlarındadır. Beyşehir’in 27 km güneybatısında Beyşehir Gölü kenarında küçük bir höyüktür. 1951-1958 yılları arasında J. Melloot tarafından Konya ovası yüzey araştırmaları sırasında bulundu. Bu bölgeler geçmiş asıllarda yaşayan insanlığa ait bir yerleşme bölgesiydi. Bu yörede ek olarak, Beyşehir yakınlarında olan ve bugün Hüyük sınırları içinde kalmış bazı höyükleri saymak da mümkündür. Çavuş Kasabası yakınlarındaki Küçük Höyük bunlardan sadece biri olup burada bulunan eserlere değinmekte fayda vardır. Buluntular arasında tunç eserler, büyük bir çanak, kazan,iki adet kepçe, mızrak takımları ve seramik parçaları vardır. Küçük Höyük M.Ö 2000’den altıncı yüzyıla kadar iskan edilmiştir. Daha geç dönemine ait seramiğin çok az olmasının sebebini yerleşim yerinin değişmiş olmasında aramak lazımdır. Çukurkent Höyüğü’nde ise, ilkel silah ve çanak kalıntıları bulunmuştur.

Türkiye Selçuklu Sultanı 2. Mesud 1124’te yöremize yönelik fetih hareketlerini yoğunlaştırmışlardır. Ankara’dan Eymür oymakları reisi akıncı Nureddin bin Madan Gazi, Beyşehir, Seydişehir, Şarkikarağaç ve Gelendost civarını fetihle görevlendirilmiştir. Beyşehir gölü ile Hoyran Gölü arasına yerleşen Eymür Türkmenleri bugünkü kasaba ve köyleri kurarak buralarda yeniden Türklüğü ihya etmişlerdir. Selçukluların 1176’da Bizans ordusu karşısında elde ettiği Miryokefalon Zaferi sonrası, Anadolu’nun Türk yurdu olması kesinleşmiş ve Beyşehir çevresine de Türkmenler hakim olmuştur. Anadolu’ya halen hakim olan Müslüman Türk varlığı köken itibarıyla Türkiye Selçuklularına dayanır. Onlar üzerinde yaşadığımız toprakların fatihleri ve koruyucuları olarak bilinir. Beyşehir ve çevresi de 1075’ten sonra Türkiye Selçuklularının hakimiyet alanına dahil olmuştur. 13. yüzyılda ise hakimiyet kesinleşme aşamasına gelmiştir. Türkmenlerin Batı Anadolu’ya akınlar yapması Yuhannes’in 1120 yılında sefer yapmasına sebep olur. Bu, sefer sonunda Uluborlu ve Beyşehir gölü civarı yeniden Bizanslıların hakimiyetine geçer. Bu noktada, Türkler ile yerli gayrimüslim halkın güçlü bir iletişim köprüsü kurdukları görülür. Şöyle ki: “1. Mesud idari alanda gösterdiği adaletle gayrimüslim dahi kendisine bağlanmıştır. Bundan rahatsız olan imparator Yuannis Kommenos, 1142’de Uluborlu’yu Türkler’den kurtarmaya çalışırken, Beyşehir gölü adalarında oturan hristiyan halkı yurtlarından gemilerle taşıyarak ve zorla çıkarmıştır. Zira onlar, Türkler’le dostluk ediyor ve onlar gibi yaşamaya alışıyordu.” Peçenekler’in balkanlardan yaptıkları akınlar, imparatoru İstanbul’a dönmeye mecbur etmiştir. Bu gelişmeden de anlaşıldığı üzere Anadolu’da 1071 sonrasında başlayan fetih hareketleri 12. yüzyılın ikinci çeyreğine gelindiğinde, Beyşehir civarında da yoğunlaşır ve bu dönemde bölge Türk hakimiyetine girer. Sultan Alaeddin Keykubat döneminde, kültür ve imar faaliyetleri iyice canlanır.Buna paralel olarak Beyşehir’ de de Kubadabad Sarayı yapılır. Şöyle ki; “Sultan Konya’dan Antalya ve Alaiye arasında kış başlangıcı ve bahar dönüşü seyahatlerinde göl kenarında ve bir tepenin eteğinde inşa ettiği Kubad-adab şehri meyve ağaçları ve yeşillikleri, suları, havası ve gölün manzarası ile çok şirin bir yerdi. Bu güzel yer sultanında dikkatini çekti. Ve mimarlarına burada bir mamure yapmasını emretti. Ve az bir müddet içinde sultanın arzusuna göre bir saray yapıldı. Sultan her sene Akdeniz sahillerine gider ve oradan dönerken bir müddet burada yaşar; eğlenir ve dinlenirdi.” Sultan bu şehri yaptırdıktan sonra, bu toprakların saadeti ve umranı artmış, yeni vilayet kurulmuştur. Adalar, yarım adalar muhteşem kasırlarla süslenmiştir. Bundan sonra Kubadabat, Türkiye Selçukluları’nın ikinci derecede başkenti işlevini üstlenmiştir.

1240’da Baba İshak İsyanı sırasında 2.Gıyaseddin Keyhusrev Kubadab’a kaçmış ve orada bir adada kalmıştır. Anadolu’da çok sevilen Mübarizeddin Armağan Şah’ı da isyan bastırmakla görevlendirmiştir. Armağan Şah Amasya’ya ulaşıp, isyanı bastırmış ve Baba İshak’ı öldürmüştür. Bunu öğrenen bazı Baba İshak yanlısı asiler Armağan Şah’ı şehit etmişlerdir. Dışarı şehirdeki en eski mahalle ve orada bulunan bir cami Armağan Şah’ın adını taşımakta olup bu eser Cuma Camii olarak bilinir. Gıyaseddin Keykubat devlet adamlarının birer birer ortadan kaldırılması ve sıranın kendisine gelmesi üzeine çok inandığı hassa kölesini gizlice Sivas Sülbaşısı Hüsamettin Karatay’a göndererek bu önemli meselenin çözümü için derhal gelmesi bildirilmiştir. Hüsamettin Karatay Kudabaadab’a giderken Saddetin Köpek saraydan ayrılırken kendisine hürmet gösterir durumda olanlar üzerine saldırmışlar. Bayraktar Togan kılıcı ile Saddetin’i öldürmüştür. 1258’de ise Sultan Keykavus Hülagü’nün gönderdiği elçileri Kubadaabad’da kabul etmiş ve terslemiştir. Bu olay Moğol zulmünün daha da artmasına yol açmıştır. Moğolların desteğini alarak sultan olan 4.Kılıçarslan, Türkmenlerin sert tepkisiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak Beyşehir’de de Eşrefoğulları etkili olmaya başlamıştır. Bu arada 13. yüzyılda yaşamış tıp alimi Bey Hekim’in de Beyşehirli olduğu yönünde iddialarıda hatırlamakta fayda vardır.

Osmanlılar ele geçirmek istedikleri beylikleri öncelikle çatışmaya girmeden diyalog yoluyla almaya çalışmışlardır. Bu siyaseti büyük ölçüde başarıyla uygulayan Osmanlıların Anadolu’daki en ciddi rakibi Karamanoğulları olmuştur. Bu sebepten olsa gerek Beyşehir, bu iki devlet arasında sık sık el değiştirmiştir. Osmanlıların yöreye yönelik ilk ciddi adım Sultan 1.Murat dönemine rast gelir. Sultan Muratbüyük oğlu Yıldırım Beyazıt ile Germiyan hükümdarı Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun’un nişanları yapıldı ve az sonra da düğünleri oldu. Süleyman Şah, kızının çeyizi olarak; Kütahya, Tavşanlı, Emiz(Eğriöz), Simav şehir ve kasabalarını Osmanlılar’a terk etti. Sultan Murat oğlunun düğünü münasebeti ile davetli olan Hamitoğlu Hüseyin bey tarafından hediyelerle gönderilmiş olan elçiye Hüseyin Bey’e ait bazı yerleri kendisine satılmasını söylemiş ve Hamitoğlu’na da o yolda haber yollamıştı. Beyazıd’ın düğününden sonra Kütahya’ya gelen Sultan Murad’ın kendi üzerine geldiğini zanneden Hüseyin Bey, Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Seydişehir, Karaağaç ve rivayete göre Isparta’yı 80,000 altın mukabilinde sattı. Bu gelişme sonrası Beyşehir ilk kez Osmanlı hakimiyeti altına girmiş oldu.

1. Murad’ın Rumeli’de fetihle meşgul olduğu bir sırada Karamanoğlu Alaeddin Bey Beyşehir’i ele geçirir. Buna çok kızan Sultan Murat Karamanoğulları üzerine yürür ve Konya Kalesi içinde Karaman kuvvetlerini sıkıştırır. Ancak 1. Murad’ın kızı ve Alaüddin Bey’in de eşi Melek Hatun babasından kocası adına af diler. Ayaklanmayı bastıran 1. Murat, kendi hakimiyetini kabul eden damadını bağışlar. Sultan Murad’ın 1389’da Kosova Savaşın’da şehadeti üzerine, Alaüddin bey yeniden Beyşehir’i ele geçirir. Bir süre sonra bölgeye gelen Yıldırım Beyazıt Beyşehir’i geri alır. Çarşamba Çayı sınır olmak üzere antlaşma yapılır ve bölgenin yönetimi Osmanlılara geçer. Timur istilası sonrası Karamanoğlu Nasiruddin Muhammet Bey, Bursa’ya kadar ilerlemiş ve şehri 1413’te ateşe vermiştir. Osmanlılar Kastamonu hakiminin oğlu Kasım Bey’in de yardımını temin ile Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir’i geçerek Konya’da Karamanoğullarını yendiler. Bir süre sonra Karamanoğulları Beyşehir ve Seydişehir’e yeniden saldırır. Bu gelişme üzerine Anadolu Beylerbeyi Beyazıt Paşa sefere çıkar ve Karamanoğlu Mehmet Bey’i ele geçirir. Karamanoğulları 1428’de Macarlarla anlaşarak Osmanlı topraklarına yeniden saldırmış ve İbrahim Bey, Beyşehir’i işgal etmiştir. Bu gelişme üzerine harekete geçen 2.Murat 1437 baharında Karaman kuvvetlerini mağlup etti ve Beyşehir yeniden Osmanlı topraklarına dahil oldu. İbrahim Bey 1443’te Beyşehir’i tekrar ele geçirmek istediyse de 2.Murat’ın bölgeye gelmesi üzerine geri çekilmek zorunda kalır. Görüldüğü gibi Karamanoğulları beyliği Osmanlı devletini hep rahatsız etmiştir. Devletin sınırlarını batıya genişletmek isteyen 2. Mehmet de öncelikle Anadolu’daki bu meseleyi çözüme kavuşturmak istemiştir. 2. Mehmet ordusuyla Akşehir ve Beyşehir üzerine geldiği zaman Karamanoğlu İbrahim Bey, Ermenek yakınlarındaki Taşeli’ne çekilmiştir. Daha sonra da ulemadan Molla Veli adında birini oraya koyarak barış istemiştir. Ilgın sınır sayılarak; Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir yeniden Osmanlı Devletine geçmiştir. Daha sonra Karamanoğlu İbrahim Bey ölmüş, iki oğlu Pir Ahmet ve İshak arasında taht mücadelesi başlamıştır. Gelişmeleri takip eden 2. Mehmet, Pir Ahmet Bey’e yardım eder, O da yapılan yardıma karşılık Akşehir ile Beyşehir’i ve Sıklanhisarıyla Ilgın taraflarını Osmanlılara bıraktılar. Bir süre sonra tarihe Eflatunpınar Savaşı olarak geçen yeni bir gelişme yaşanır. Yusuf Mirza komutasındaki Akkoyunlu kuvvetleriyle Karamanoğulları Karaman ilini aldıktan sonra Akşehir’e daha sonra Bolvadin’den geçip Beyşehir yakınlarındaki Kıreline gelmiştir. Burada Şehzade Mustafa ve Anadolu Beylerbeyi Davut Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu galip gelir. Yusuf Mirza yakalanır ama Pir Ahmet Bey kaçar ve Uzun Hasan’a sığınır. Yukarıda yaşanılan olaylara rağmen Karaman artık Osmanlı Devleti’nin eyaletlerinden biri konumuna gelmiştir. Bu beyliğin tamamen ortadan kalkmasıyla birlikte Beyşehir de Karamanoğulları ve Osmanlılar arasında el değiştirmekten kurtulup, Osmanlı Devletine dahil olmuştur. Bu döneme dair üzerine durulması gereken bir diğer nokta da söz konusu mücadeleler bağlamından ve belki de başka bazı faktörlerin de katkısıyla bölgeden Rumeli’ne göç eden Türk aşiretleri ile ilgilidir. 2. Murad ve özellikle de Fatih zamanında; Karaman, Konya ve Ankara civarından giden bu insanları, Konya Türkleri adıyla anılan Türkler olduğu sanılmaktadır. İşte bu gelişmelerin bir parçası olarak Beyşehir çevresinden de Rumeli’ne gidenler olmuştur.Esasen bu meselede başlı başına bir araştırma konusudur.

Coğrafi konum; fert, toplum ve devlet hayatını şekillendiren en etkili faktörlerden biridir. Beraberinde birçok avantaj veya dezavantajı da getirebilir. Beyşehir bu açıdan oldukça şanslı bir konuma sahiptir.  İlçe, Batı Toroslar arasında yer alan, çukur alandadır. Bu çukurun büyük kesimini Beyşehir Gölü kaplar. Çukurluk gölün güneydoğusunda, Beyşehir ovası devam eder. Toroslar, batıdan ve güneybatıdan yüksek sarp dikliklerle ovaya inerler. Beyşehir’deki düzlük alanlar bozkırlar halinde uzanır. Çevredeki dağlar ise, ormanlarla kaplıdır. Topraklar verimlidir. Akdeniz Bölgesi’nin Göller Yöresinde yer alan Beyşehir, önemli bir geçit noktasında da bulunmaktadır. En güney ucu baz alındığı zaman Akdenize olan uzaklığı 65 km civarındadır. Bir set misali araya giren Toroslar, yöreye Akdeniz’den ayırmıştır. Doğusunda Konya, kuzeyinde Doğanhisar, Hüyük ve Ilgın, kuzeydoğusundan Derbent, kuzeybatısından Şarkiaraağaç ve Eğirdir, batısında Yenişarbademli, güneybatısından Sütçüler, güneyinden Derebucak ve güneydoğusundan Seydişehir ile çevrilidir.

Ormanlarından gelen Kızıloğlu deresi, Huğlu tarafından gelen Hanboğazı deresi, Karaburun mevkiinden göle karışan Soğukpınar, Elze deresi, Üstünler Çayı, Kavak çayı, Yeşildağ civarından gelen Kuru Dere, Doğanbey civarından gelen Sarıöz Deresi ve Sadıkhacı’dan çıkan Eflatunpınar Çayı gibi küçük bazı akarsuları vardır.

Yöredeki en önemli akarsu, Konya ovası sulama projesi’nin ana kaynağı niteliğindeki Çarşamba Çayı’dır. Akarsuyun Apa Barajı’na kadar olan kısmı Beyşehir Kanalı olarak bilinmektedir. Bozkır’ın Pınarcık Köyü yakınlarındaki Mavi Boğaz’ında kanala karışan bir bir çay dikkat çeker. Bozkır’ın güneyindeki dağlardan çıkan ve merkezinden de geçen bu çayın Beyşehir Kanalı’na adını verdiği düşünülebilir.

Beyşehir Gölü sularını Konya Ovası’na Sulama Projesi çerçevesinde ovaya taşıyan kanalın uzunluğu 210 km civarındadır. Kurulurken 530.000 dekar alanı sulaması düşünülen kanal sayesinde, daha sonra 1.300.000 dekar alanı sulamak mümkün olmuştur. Ortalama su hacmi 2.790.000.000 m3 olan Beyşehir Gölünden kanal vasıtasıyla yılda 150 minyon m3 civarında su alınırken zaman içinde bu miktar arttırılmıştır. Gölden çıkan suyun büyük bölümü yolda kaybolduğu için Apa Barajı ve kanalı bakıma alınmıştır. Kanala 1994’ ten bu yana belirli bir program dahilinde su verilmektedir.  Anamaslar üzerinde yer alan Karagöl bir krater gölü niteliği taşır. Yükseltisi 2500 m olup, 15 dekarlık alanı kaplar.

KAYNAK: TDV İSLAM ANSİKLOPEDİSİ