31 Ekim 2024
Şehirler ve İlçeleri

OSMANLI DÖNEMİ’NDE BUCA’DA SOSYAL YAŞAM – BUCA / İZMİR

OSMANLI DÖNEMİ’NDE BUCA’DA SOSYAL YAŞAM

     Bugüne kadar İzmir’deki sosyal yaşam ile ilgili yapılmış değişik çalışmalar mevcuttur. Ancak İzmir’in çevre yerleşimleriyle ilgili çok az bilgi vardır. Geçmişte İzmir’in köyleri olarak bilinen Buca, Bornova, Karşıyaka, Seydiköy, Göztepe gibi nispeten büyük yerleşim yerlerinde de İzmir’de olduğu gibi pek çok farklı milletten insan yaşamaktaydı. Ermeniler, Museviler, Rumlar, Süryaniler, Türkler gibi Anadolu halklarının yanı sıra; Avrupalılar (Levantenler) da zaman içerisinde bölgeye gelmiş ve yerleşmişlerdi.

     Buca’da özellikle 19. yüzyılın başından itibaren, çevre yerleşimlerde olduğu gibi kozmopolit bir yapı ortaya çıkmıştı. Nüfusu çoğunluklu olarak Rum olmasına rağmen, ciddi sayıda Avrupalı aile vardı. Ayrıca daha az sayıda da olsa Türk, Musevi, Çerkes ve Ermeni nüfusa da rastlanmaktaydı.

     Osmanlı kaynakları daha çok resmi belgelerden ibaret ve günlük hayat hakkında çok fazla bilgi vermemektedir. Bundan dolayı da eğer Avrupalıların aldığı notlar olmasaydı, bugün Buca geçmişi hakkında sadece tahmin yapabilirdik. Neyse ki bu sayede; Almanca, Flemenkçe, Fransızca ve İngilizce kaynaklar taranarak ve daha az sayıda da olsa Yunanca ve Türkçe kaynaktan yararlanarak Osmanlı Dönemi’nde Buca köyündeki günlük yaşantı hakkında bazı temel bilgilere sahibiz.

BUCA’NIN İLK SAKİNLERİ: BUCA RUMLARI

     Buca’nın kurucularının Anadolu Rumları olduğu bilinmektedir. Buradaki Rum nüfus gelenekleri açısından Yunanistan’daki Rumlardan farklılaşmaktadır. Her ne kadar Mora ve Ege Adaları’ndan Buca’ya zamanla yerleşmiş bir Rum nüfusun varlığı da bilinse de, Rumların gelenekleri, şarkıları, dansları ve giyim tarzları Anadolu geleneklerini yansıtmaktadır. 1836’da yayımlanmış olan ”Anectodes of the Family Circle” isimli kitapta Buca Rumlarının gerçekleştirdiği bir düğün hakkında çok geniş ayrıntılara değinilmiştir. Kitapta gelin ve damadın birer adet evlilik yüzüğü giydikleri, düğün seremonisinin kiliseden sonra damadın evinde devam ettiği, müzik aletleriyle ezgilerin çalınıp, insanların buna eşlik ettiği, köydeki tüm Rumların düğüne katılmakta olduğu belirtilmektedir. Yazar tüm bu seremoninin iki, üç bin yıllık Yunan vazoları ve heykellerindeki figürleri andırdığını belirtmektedir. Buradan da Buca Rumları ile antik Yunan halkı arasında bir bağ kurmaktadır. Aradaki bu bağın ne derece kuvvetli olduğunu günümüzde bilmek mümkün gözükmemektedir. Kesin olan ise anlatılanlardan anlaşılacağı üzere, Türk ve Rum geleneklerinin birbirine şaşırtıcı bir derecede benzemesidir.

   Yazara göre seremoni şöyle devam etmektedir: Eve vardıklarında gelin odanın köşesine, kendisine ayrılan yere oturur. Tek kelime etmemektedir ve hareketsiz durmaktadır. Eğlenceye tepki vermemekte ve sadece yanındaki tanıdığı bazı bayanlara fısıldamaktadır. Üstünde çiçekten yapılma bir çelenk vardır. Bezden yapılma tül takmaktadır ancak yüzü açıktır. Tül kuşağına kadar gelmektedir. Gelinin üzerinde altından yapılma bir gelin teli vardır. Öğlenden gece yarısına kadar danslar devam eder. Düğüne gelen konuklar maddi durumlarına göre gelinin kucağına para bırakmaktadır. Gelin parayı küçük gümüş bir kutuya koymaktadır. Dans bir dakika bile durmamakta, yorulan konukların yerini yenileri almaktadır. Rumların favori dansı ”Romaika” çalmaktadır. Konuklar çember oluşturmuş bir şekilde mendil sallayarak oyunu yönetmektedir. Çalgıcılardan biri yorgunluk belirtileri gösterdiği andan itibaren bir konuk cebinden küçük madeni bir para çıkarmış, dudakları arasında ıslatmış ve çalgıcının alnına yapıştırmıştır. Sonrasında şarap ikram etmiştir ve aynı dinçlik ile oyuna devam edilmiştir. Şarkı genelde tek bir sesle desteklenmektedir. Yazar sonrasında düğün yemeğinin ikram edildiğini ve yemekte bir Türk yemeği olan keşkeğin ve büyük bir kâse pilavın olduğunu, Türk ve Rumların düğünlerde genelde bunlardan yediğini söylemektedir. Yemek için yere halı serilmiş olup, çember biçiminde oturularak yemek yenmektedir. İlerleyen saatlerde gelin ve damat gerdek için odalarına uğurlanır ve kötü şans getirmemesi için geleneksel dualar eşliğinde bir kadeh şarap içirilir. Yemekten sonra halı kaldırılıp, dansa devam edilmiştir. Düğün tam üç gün sürmüş ve gelinin bir hafta boyunca evden çıkmasına izin verilmemiştir.

     Görüldüğü üzere, gerçekten de Buca Rumlarının gerçekleştirdikleri bu düğün, Türk düğünlerine çok benzemektedir. Bu benzerlik kuşkusuz Rumlar ve Türklerin yüzyıllardır beraber yaşamasının sonucudur. Örneğin; Egeli bir Rum ile Egeli bir Türk arasındaki kültürel benzerlik, Egeli bir Rum ile Atinalı bir Rum arasındaki kültürel benzerlikten daha fazladır.

     Bucalı Rumlar için yaşamlarında dinin de önemi büyüktür. Düğünlerde olduğu gibi doğumlarda ya da ölümlerde de dini seremoni önemli yer tutmaktadır. Bu konuda ayrıntılı bir şekilde anlatılan seremonilerden biri bir Rum vaftizidir. Buna göre Rum papazlar vaftiz için eve gelmekte, kendilerine eşlik eden zangoçlar kürsü ve kap taşımaktadır. Bunları odanın ortasına koymakta ve su, zeytinyağı, tütsü ve küçük bir mum ile doldurmaktadır. Papaz duayı okur, tütsüyü yakar ve üzerine zeytinyağı döker. Üç adet kâğıt alır, kâğıtlar vaftiz kabının içinde ıslatılır ve sonrasında bir kaç haftalık olan bebek getirilir ve kâğıt ile iyice sarılır. Papaz on dakika boyunca dua okur. Sonrasında çocuğu boynundan tutarak, üç kez suya batırıp çıkarır. Yazara göre vaftizin tüm masrafları vaftiz babası tarafından karşılanmaktadır. Vaftiz babanın sorumluluğu göstermelik değildir. Çocuğun eğitimini üstlenir ve eğer ihtiyaçları varsa anne ve babaya da yardım eder. Artık anne ve babanın kardeşi mertebesindedir. Aynı zamanda çocuğun da amcası sayılmaktadır. Aralarında kan bağı olduğu farz edilir. Vaftiz babasının bundan böyle anne veya babanın kız kardeşiyle bile evlenmesine izin verilmez. Genç erkeklerin çoğu evlenmeden önce ya vaftiz babalığı yapar ya da evlenmekte olan bir çiftin evlilik sırasındaki bazı giderlerini karşılar. Bu durum birey için onur verici bir durum sayılır.

      Ezgisel anlamda Rum ve Türk müziklerinin de birbirine eskiden beri, benzerlik gösterdiği anlaşılmaktadır. Günümüzde halen bilinen pek çok Rum şarkısının içerisinde İzmir ve çevre yerleşkelerin isimleri geçmektedir. Pek çok aşk şarkısında İzmirli, Bornovalı ya da Bucalı kızlardan bahsedilmekte veya İzmir’in zamane yerleşkeleri yâd edilmektedir. Müzik yapmakta kullandıkları aletlerin başında ise keman ve santur gelir ki, bu aletler Ege Bölgesi’ndeki Rumlar arasında yaygın olarak tercih edilen aletlerdir. Günümüze kadar gelmiş Buca ile ilgili bir aşk şarkısının sözleri şu şekildedir:

    Üstte de belirtildiği gibi İzmir’in çevre yerleşimleri de sık sık şarkılara konu olmuştur. Elbette Buca Ovası da güzelliği ile İzmir’in Rum şarkılarına konu olan yerlerden birisidir. İçerisinde Buca ve Kozağacı isimlerinin geçtiği bir Rum şarkısının sözleri şöyledir:

Elbette Anadolu’nun tümünde olduğu gibi Buca’da da müziğe pek çok kez halk oyunları eşlik etmektedir. Halk oyunu olarak yerli halkın zeybek ve kasap havası başta olmak üzere, genel olarak Ege Bölgesi’nin hem Türkler hem de Rumlar tarafından oynanan yaygın oyunlarını oynadıkları aşikârdır. Keza 1749 yılında İzmir’e gelen İsveçli gezgin Frederic Hasselquist, Buca seyahati sırasında Avrupalıların bulunduğu danslı bir toplantıda on beş Rum kadını tarafından icra edilen dansı şöyle anlatmaktadır: ”Topluluğun başındaki kadın elindeki mendili sallayarak oyunu yönetmektedir.” Burada kastedilen oyun muhtemelen aynı zamanda Rumlardan Türklere de geçmiş olan kasap havasıdır. Hasselquist sonrasında oyunun bir antik mermer kabartmadaki figürlere çok benzediğini belirtmekte ve böylece yöre geleneklerinin Antik Çağ’a uzandığı tahmininde bulunmaktadır.

       Bucalı Rumların giyim-kuşamı açısından ise ayrıntılı bir bilgiye ulaşılamamıştır ancak Türk ve Ermeniler gibi fes giymedikleri bilinmektedir. Rumlar, diğer Anadolu halklarına göre Batı’ya daha fazla bütünleşmiş olmuşlardır. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren pek çok Rum erkeği gömlek, ceket ve pantolon giymeye başlamıştır. Şalvar tarzı Doğulu giyim-kuşam büyük oranda terk edilmiştir. Rumların giyimiyle ilgili bir ipucu vermesi açısından önemli olan bir bilgi, Kızılçullu’da muhtemelen 1800’lü yıllarda gerçekleşen bir piknik ile ilgilidir. Yazının sahibi İngiliz yazar şunları anlatmaktadır: ”Dün akşam majestelerinin limanda bulunan savaş gemilerinin subayları Great Paradise (Büyük Cennet) denilen romantik bir yerde büyük bir piknik düzenlediler. Kalabalık bir genç kızlar topluluğu Buca, İzmir ve Bornova’dan peş peşe eşekler, katırlar ve atlar ile gelerek ya da yaya olarak yürüyerek burayı doldurdular. Yol boyunca genç İzmirli hanımların at üstünde tarlalar arasından geçerek aceleyle buraya geldikleri izleniyordu. Kimi kırmızı, kimi mor, kimi mavi ipekliyle karışık altından yaldızlı, püsküllü hoş görünümlü küçük, başlıklar giymiş bu hanımların arasında yer yer çok güzelleri de göze çarpmaktaydı. İçlerinde pek çok güzel Rum kızları da vardı, ancak hepsi Avrupalı giysisi içindeydi. Hiçbiri geleneksel Rum giysisi olan kısa işlemeli ceketlerini giymek istememişti. Herhalde böyle bir toplulukta bunun bayağı kabul edileceğini düşünmüşlerdi. Danstan önce gruplar halinde, çevrenin antik köşelerini gezmek üzere çeşitli yürüyüş partileri düzenlendi.” Buradan anlaşılabileceği üzere Rumlar Batılı tarzda kıyafetler tercih etmektedir. Ancak özel yaşamlarında Rum kültürünü yansıtan kıyafetleri giymeye devam ettikleri yorumu yapılabilir. E. W. Schulz ise 1851 tarihli kitabında Bucalı Rumların fakir görünüşlü olduklarını söylemektedir. Ancak ekleme yapmaktadır: ”Ne var ki, Rum köylüler parayla dışarı çıkmaz, tedbir amacıyla onu gömerler.”

     Rumlar sadece maddi açıdan değil, güvenlikleri açısından da tedbirlidir.

    ”Ismeer or Smyrna and its British hospital in 1855” isimli kitapta Buca’yı ziyaret eden bir Avrupalı, kendisini eşek ile gezdiren köylüye Buca’nın civarında gezmek istediğini söylemekte. Ancak köylü, haydutlardan dolayı köyün dışına çıkmayı kabul etmemektedir. Buca’lıların bahçelerini yol tarafına değil, iç kesime yapmaları ve ev duvarlarının sokak ile bitişik olması da, o dönemlerde Buca’lıların güvenlik kaygılarının olduğunu göstermektedir. Çeşitli kaynaklarda Buca’da soygun ve kaçırılma gibi olaylardan bahsedilmesi de Buca’lıların güvenlik kaygıları olması ihtimalini doğrular niteliktedir. Ayrıca Buca’lıların çoğu Ortodoks mezhebine mensuptu. Önce 1821’de Yunanistan, sonrasında ise 1878’de Sırbistan ve Karadağ bağımsızlarını kazanmış, aynı sene Bulgaristan özerkliğe kavuşmuştu. Ermenistan’ın bağımsızlığı için de bir hareket başlatılmıştı. Bu durum da İstanbul’daki yönetim ile Ortodoks halkın arasına güvensizlik sokmuştu. Ayrıca kaybedilen topraklar sonrasında Balkan coğrafyasından Anadolu’ya göç eden Müslüman nüfus ile de Ortodoks nüfus arasında sorunların çıkması muhtemeldi. Buca’lılar da muhtemelen Anadolu’daki pek çok Ortodoks gibi kendini güvenceye almak istemişti.

      Rumların mesire amacıyla Buca’nın kırsalında pek çok yere gittikleri aşikârdır. 1856 tarihli bir kaynakta kadınların köye yakın üzüm bağlarına gittikleri ve kuyuya yakın bir yere oturup, üzümleri kuyuda yıkayıp soğuttuktan sonra yediklerinden bahsedilmektedir. Bunun yanında Buca’nın akşamları tertemiz ve serin havasında insanlar bahçelerinde oturmaktadır. Bazı Rum ve Türkler ise ellerinde fenerleriyle gelerek ve ağaçların altına oturarak küçük mandolinlerini çalmaktadır. Yine deve kervanının önünde, eşeğiyle gitmekte olan çobanın da genelde bu enstrümanı yanında taşıdığı ve çaldığı belirtilmektedir. Ayrıca Rumlar Buca’da izcilik alanında da örgütlenmişlerdi. 1920 yılı kayıtlarına göre izci sayısı tüm İzmir’de 17 oymaktan 880 izciye yükselmişti ve bunlardan 2 oymaktan toplam 70 izci Buca’daydı.

     Buca’da ayrıca yerel düzeyde futbol da oynanmaktaydı. Ünlü futbolculardan G. Çitas Buca’lıydı. Buca’daki okulların yerel takımlarıyla Kızılçullu’daki Amerikan Koleji arasında da zaman zaman maçlar oynanırdı.

     Buca’da halkın su ihtiyacı ile ilgili dönüm noktası ise Kangölü’nden Buca’ya su getirmek için Buca’nın doğusuna inşa edilen su kemerleri olmuştur. Osmanlı belgelerine göre, Temmuz 1846’da bunun için izin alınmıştır. Bu suyun Buca’ya getirilmesi için masraflar ise halktan karşılanmıştır. Halk bu sayede su sıkıntısını aşmış ve şebeke suyuna kavuşmuştur. Buca bu dönemde tertemiz sulara sahip bir yerdir. Bu sular yazın bile akmaktadır.

      Sular biraz mesafedeki tepelerden getirilmektedir. Her evin bahçesinde geniş ve derin bir sarnıç ve çeşme bulunmaktadır. Suların sokaklarda bile zaman zaman başıboş bir şekilde aktığına tanık olunmuştur. Zaman zaman evlerin su bağlantılarında sorunlar meydana gelmektedir ancak bunun nedeni daha çok bir Rum, Türk ya da bir zeybeğin su hattını kasıtlı olarak kesmesidir. Bunun dışında su kıtlığı asla yaşanmamaktadır. Üzüm bağlarında da geniş ve derin kuyular bulunmaktadır.

     Buca’da belediye teşkilatı 1898 yılında kurulmuştu. Belediye azalarının çoğu Rumlardan oluşmaktaydı. Belediye başkanlarının da hepsinin 1922 yılına kadar gayrimüslim olduğu görülmektedir. Her ne kadar Buca’nın güvenliği bir Türk birliği tarafından sağlansa da, Rumların Buca’nın yönetiminde söz sahibi olduğu buradan anlaşılmaktadır. Rumların ayrıca Buca köyü içerisinde kendi kurumları vardı. Bunlar kilise ve okullardı. 1903 yılında Evangelistriya Kilisesi’nin yapılması ile kilise sayıları üçe çıkmıştı. Dini ibadetlerini gerçekleştirdiği kendi kiliseleri çok büyük değildi ve kilisede çan bulundurmaları yasaktı ancak kiliseleri işlerini görüyordu. Rumlar kiliselerinde tütsü yakarlardı. Ayrıca halk kilise bahçesindeki ağaçlara mendil bağlamaktaydı. Rumların kendi erkek ve kız okulları da mevcuttu. Avrupalıların açmış olduğu okulların yanı sıra çocuklarını bu okullara da gönderiyorlardı. Her ne kadar Yunan yazar Kararas ”Buca” isimli kitabında Rum okullarının kaliteli olduğundan bahsetse de, Rumlara ait mekteplerin en azından binalarının iyi durumda olmadığı anlaşılmaktadır. Zira kuruluşunun 1872 olduğu bilinen Buca’daki erkek mektebinin 1888 yılında eskimiş durumda olduğu ve ahaliden toplanan parayla yeni bir mektep inşa edildiğine dair bir belge mevcuttur. Ayrıca kız mektebi de, muhtemelen ihtiyaç dolayısıyla, 1910 yılında Evangelistriya Kilisesi’nin bahçesine taşınmıştır. Buca’da bu dönemde lise eğitimi mevcut değildi. Lise eğitimi almak isteyen İzmir’e gitmek durumundaydı. Elbette 1913 yılında Amerikan Koleji’nin Kızılçullu’da açılmasıyla beraber lise eğitimi almak isteyen pek çok Rum buradaki okula gitmiştir. Ancak burada okumak paralı olduğundan ve pek çok Bucalı Rum’un okul ücretini karşılayacak durumu olmadığından dolayı öğretimini devam ettirmek için İzmir’e gidip geldiği, bunu da sağlayamayanların ise eğitime devam edemediği yorumu çıkarılabilir. O dönemde Türkiye’deki okuma oranının çok düşük olduğu da göz önüne alınırsa, muhtemelen Bucalı Rumların çoğunluğu lise düzeyinde bir eğitime bile sahip değildi.

BUCA’NIN ÇEHRESİNİ DEĞİŞTİREN AVRUPALILAR: LEVANTENLER

     Ticaret yapmak için dünyanın pek çok yerine giden Avrupalı (Levanten) ailelerin bir durağı da önemli bir liman kenti olan İzmir olmuştur. İzmir’e yerleşen bu aileler, sayfiye amacıyla Buca’da villalar yaptırmışlardır. Bir süre sonra ise pek çok Avrupalı aile Buca’da kalıcı olarak yaşamaya başlamıştır. Bu ailelerin çoğu varlıklı olduğu için de Bucalı yerli halka büyük faydaları dokunmuştur. Evlilikler yoluyla pek çoğunun akrabalık bağları oluşmuştur. Pek çok Rum bu ailelerin evlerinde hizmetli olarak ya da şirketlerinde, fabrikalarında işçi olarak çalışmıştır. Aynı süre zarfında Buca’da okullar da açmışlar ve Buca’lılar çocuklarını burada okutma imkânına kavuşmuşlardır. Bu okullardan İngilizlerin açtığı bir kız okulunun Levant boyunca ün kazandığı bilinmektedir. Ayrıca Buca’ya kalıcı olarak yerleşmiş olmaları sonraki yıllarda çeşitli dini eğitim veren kurumların ve otellerin açılmasına da vesile olmuştur. Buca’ya Kangölü’nden su getirilmesi ve henüz 1800’lü yılların ilk yarısında Buca’nın şebeke suyuna kavuşmasında da bu Avrupalı ailelerin muhtemelen büyük etkisi vardır. Buca’ya etkileri arasında kuşkusuz en önemlisi ise, bu ailelerin sayesinde Buca’ya demiryolunun gelmiş olmasıdır.

     Buca’nın bu Avrupalı kesimini elbette tek çatı altında toplayarak basitleştirmek doğru olmayacaktır. Kimileri Katolik kimileri ise Protestan mezhebindendir. İngiliz, Fransız, Hollandalı, Amerikalı ve diğer Batılı toplumlardan insanlar buraya yerleşmiştir. Avrupalı ailelerin çoğu tüccardır ve ticaret ile uğraşmaktadır. Bunun dışında da dini kurumlarda hizmet vermeye gelmiş, demiryolunda çalışmaya gelmiş ve hatta konsolos aileler de vardır. Ayrıca kendi mesleği haricinde işler yapan, örneğin; doktorluk, arkeologluk yapan aileler de söz konusudur. Avrupalı ailelerin Buca’da daha çok mezhepsel özelliklerine göre belirginlik gösterdiği göz önüne alınarak, bu çalışmada Avrupalılar mezheplerine göre değerlendirilmiştir.

     Avrupalı Protestanların çoğu İngilizler ve Hollandalılardan oluşmaktaydı ve Anadolu’ya ticaret yapmak için gelen ailelerdi. Zaman içinde Buca’da sayıları artmaya başladı. 1800’lerin başında kiliselerini kurmaları da bunu doğrulamaktadır. Bu kesim ilk olarak Ocak 1837’de 100 sterlinlik (yardımın hepsi toplam 751 sterlin) para yardımından sonra 1839’da Buca’da bir ev satın alarak bunu şapele dönüştürmüştür. Sonraki yıllarda bu küçük şapel artan Avrupalı nüfusuna yetersiz gelmeye başlamış ve 1858’de ellerinde beş centten az para varken kilise yapımına başlamışlardır. Kilise inşaatı sadece 8 ayda tamamlanmıştır. Sadece İngilizler ve Hollandalılar değil, Protestan olan Almanlar da bu kilisede dini faaliyetlere katılmaktadır.    

    1842’de yazılmış bir mektupta ise, misyonerlere ait Buca’da bir ”pazar okulu”nun olduğundan bahsedilmektedir ki bu durum dini okulların tarihinin en azından 1800’lerin ilk yarısına kadar gittiğini gösterir. Aynı mektuba göre okulda iki kadın misyoner ve aralarında Ermenilerin de olduğu toplam 13 öğrenci vardır. Bu kadar az öğrenci olmasının sebebi de kış olması ve pek çok kişinin İzmir’e gitmiş olmasıdır. 1847 tarihli bir Protestan kaynağında ise Buca’da üç sınıfta toplam 160 öğrencinin yer aldığı bir dini okuldan bahsedilmektedir.

    Elbette Buca’da dini örgütlenmeye gidenler sadece Protestanlar değildi. Katolikler de okullar ve bahçesinde mezarlığı da bulunan (bugün yok) bir kiliseye sahiplerdi. Katolik Kilisesi’nin yapımına 1805’te başlanmıştı. Bugünkü halini ise kilisenin üzerinde yazan tarih olan 1840’ta aldığı düşünülmektedir. Bu kilise Fransa’nın koruması altındaydı. Katoliklerin Protestanlara göre daha erken bir tarihte örgütlenmeye gittiği anlaşılmaktadır. Katoliklerin okullarından ise iki tanesi büyük ve çevrede tanınmış okullardı. İlk kurulanı 1840’lı yıllardan beri Buca’da faaliyet gösteren Katolik Rahibe Okulu’dur. Aslında ilk olarak istasyona yakın küçük bir evde faaliyete başlamışlardır. 1868 ve 1871 yılları arasında haydutlar dolayısıyla eğitime ara vermek durumunda kalmışlardır. 1875’te büyük bir arazi satın alınarak buraya yeni bir eğitim binası inşa edilmiştir. Bu sayede yatılı bir okula dönüştürülmüş ve orta-sınıf ailelerin çocukları da buraya kayıt olabilir hale gelmiştir. Ayrıca okula kaydolmaya yaşı henüz yetmeyen küçük erkek çocuklar için de bir gündüz okulu açılmıştır. Bu iki ünlü okul arasından ikincisi ise, 1882’de kurulmuş ve kökenleri 1630’da Paris’e dayanan bir Kapuçin Manastırı’dır. Aslında ilk başta okulun Sakız Adası’nda yapılması düşünülmüş ancak bir deprem dolayısıyla adada hasar oluşunca daha uygun bir yer aranmaya başlanmış ve Nisan 1882 tarihinde başlanarak, Ekim 1883’te inşaatı tamamlanmıştır. Sonrasında Filipopolis ve San Stefano’dan 19 papaz adayının buraya gönderilip, eğitime başlandığı belirtilmektedir. Okulun 1892’de 132, 1912’de ise 93 öğrencisi vardır.

     Levantenler, Buca’nın sokakları dar olsa da, geniş olan bahçelerinde partiler düzenler, avlara katılır ve İzmir’e gerek kalmadan Buca’da da hayatlarına değişik faaliyetler sokarlardı. Ayrıca Buca’da bulunan Alexander ve Manoli isimli ünlü iki otelde de eğlenceler düzenlenirdi. Buna ek olarak iki farklı ilanda, 1800’lerin ilk yarısında Buca’da iki otel açıldığından bahsedilmektedir. Bunlardan ilki 1820’lerde Madam Aubin’e ait ”zarif bir tarzda döşenmiş odaları ve güzel bir restoranı bulunan”, ikincisi ise 1840’larda Salvo isimli birine ait ”günlük ve aylık arzu edenlere odalar kiralanan ve tesislerde bir de bilardo salonunun bulunduğu” bir oteldir. Bu iki otelin Alexander ve/veya Manoli otelleri olup olmadığı anlamak için yeterli bilgi mevcut değildir.

     Avrupalıların Buca’yı tercih etme sebeplerinden bir tanesi de kuşkusuz doğasıydı. Mesire amacıyla Kızılçullu su kemerleri ve Kozağaç başta olmak üzere Buca kırsalında pikniğe giderlerdi. Buca kırsalı sadece Buca’dan değil, İzmir çevresinden de pek çok ziyaretçiyi ağırlardı. Kızılçullu bölgesi öylesine enfes bir görünüme sahipti ki, Gayrimüslimler tarafından ”cennet” olarak adlandırılıyordu. Levantenlerin Buca’daki varlığı ve Buca Ovası’nın şanı pek çok ünlü gezgin ve şairin Buca’ya gelmesine ve hatta bazılarının burada konaklamasına sebep olmuştu. Bunlardan en ünlüsü kuşkusuz Lord Byron’du. Söylentiye göre ünlü İskoç şair Lord Byron, Kızılçullu’daki kemerlere adını kazımıştı. Buca’yı ziyaret eden bir başka şair de Gustave Cirilli isminde Fransız bir şairdi. Buca’yı gördükten sonra bir şiir yazmış ve şiirinin ismini de ”Buca” koymuştu. Şiirinden bir dize şu şekildedir:

Her yerin bağlarla dolduğu bu bereketli plato üzerinde,

Sanki uçları yemyeşil bir elbise giymişçesine,

İnsana gülümseyen villaları ve güzel mahalleleri içinden,

Ateş böceklerinin aydınlığında ve egzotik bitkiler arasında,

Oradan ya da şuradan genç İngiliz güzellerinin geçtiğini görürsünüz,

Çocuklar kendinizi Buca’da bunlardan koruyun.

Avrupalıların spor amacıyla da Buca kırsalında faaliyetler gerçekleştirdiği görülmektedir. ”A Knight Errant in Turkey” isimli kitapta demiryolunun Buca’ya dönen hattının çatalında koşu yeri ve golf sahası olduğu yazmaktadır. Avrupalılar buraya antrenman ve spor yapmak için gelirlerdi. Buca’da tren hattının olması da onlar için büyük bir avantajdı. Pek çok Avrupalı ailenin Buca’yı tercih etme sebeplerinden belki de en önemlisi budur. Buca-Paradiso hattı 4 Eylül 1970 tarihinde resmen açılmıştı. Hattın finansmanı ise bizzat Bucalı aileler tarafından sağlanmıştı. Hat sayesinde 25 dakikada İzmir’den Buca’ya ulaşmaktaydılar. Böylece İzmir’e giderek burada tiyatro gibi faaliyetlere katılma imkânından mahrum kalmazlardı. Şunu da eklemek gerekir ki, Buca’da da 1820’li yılların sonlarında bir tiyatro faaliyetinden bahsedilmektedir. Ancak bu tiyatro açık havada oynanmaktadır.

BUCA’YA UYGUN BİR ALAN: ARKEOLOJİ

     Geçmişte Buca’da yapılan arkeolojik çalışmalar da dikkat çekicidir. Bu çalışmalarda hem yerel halkın hem ve bazı araştırmacıların yer aldığı yorumu yapılabilir.

     Geçmiş dönemde bulunan bazı antik eserler, Buca’nın antik çağlarda da yerleşim birimi olarak kullanıldığını göstermektedir. Spiegelthal de ”Revue Archeologie” isimli eserinde Buca’nın antik Yunan ve Roma mezarlarının kalıntıları ile çevrili bir köy olduğunu belirtmiştir. 1898 ve 1925 yılları arasında Protestan Kilisesi papazlığı yapan Robert Pickering Ashe’in oğlu Francis P. B. Ashe’in anılarını kaleme aldığı ”Dust and Ashes” isimli kitapta ise şöyle yazmaktadır: ”Değirmen antik bir gömü yerine inşa edilmişti ve değirmenin yanında yıllar önce kazılıp çıkarılmış bir lahit vardı. İçinde gümüşten yapılma bir zeytin dalı, bazı kırık cam şişe parçaları ve sikkeler bulmuşlardı. Bağı kazan adamlar bazen bedenin üst kısmına konmuş iki yukarıya doğru ve bir yanlamasına taş mezarlar bulurlardı.” Buradan anlaşılmaktadır ki, günümüzde Koşutepesi olarak bilinen ve bugün bir park olan bu bölge, geçmişte antik bir mezarlık olarak kullanılmaktaydı. Bunun yanında, Yunan yazar Kararas’a göre de Kangölü ve Kozağacı yörelerinde mermer parçaları, kırılmış sütunlar ve insan kemikleriyle dolu testiler bulunmuştur. Ayrıca Forbes Köşkü yakınlarında Bizans sikkeleri ortaya çıkarılmıştır. Buradan da anlaşılıyor ki, Bucalı köylüler bu bölgeleri zaman zaman kazarak antik eşyalar ortaya çıkarmaktaydı. Belki de bunları Avrupalılara satıyorlardı.

    Buca’daki arkeoloji çalışmaları konusunda günümüze kadar ulaşabilen en ayrıntılı çalışma, toprağın altından çıkarılan iki adet yazılı antik eserin ”the Journal of Hellenic Studies” isimli kitapta tutulan kaydıdır. Kitaba göre, 1876 yılında Buca’daki Yukarı Aya Yani Rum Ortodoks Kilisesi’nin bahçesinde dikili bir taş şeklinde bir kitabe bulunmuştur. 1,02 m. yüksekliğinde, en yukarıda 36 santimetre, en aşağıda ise 43 santimetre genişliğindedir. 6 santimetre kalınlığındadır. Tarihinin M. Ö. 100 yılı civarı olduğu tahmin edilmiştir. Bu kitabe bize Buca’nın tarihinin en az M. Ö. 100 yılına dayandığını göstermektedir. Elbette Buca’daki bu yerleşimin sonrasında boşaltılıp boşaltılmadığına, yani günümüze kadar aralıksız bir şekilde Buca’da bir yerleşimin olduğuna yönelik bir kanıt yoktur. Bizans’ın gücünü kaybetmesi, Osmanlı’nın fetihleri gibi tarihsel dönemeçlerde buradaki insanlar başka yerlere gitmiş de olabilirler. Yine de yapılan bu çalışmalar Buca’nın çok eski zamanlardan beri kritik bir konuma sahip olduğunu göstermiştir.

     Buca’da bulunan başka bir antik eser de Demetrios Kecayas isimli tütün üreticisi bir Rum’un mülkiyetinde 1913 yılında bulunan taş bir kitabedir. Yükseklik 43.5 santimetre, genişlik 28 ile 32 santimetre arası ve kalınlık da 17 santimetre olarak not edilmiştir. Taşın o dönem popüler olan Dardanel’den (Çanakkale) getirildiği tahmini yapılmıştır. Bu çalışma sayesinde Buca’nın antik dönemde de dış dünya ile bağlantı halinde olduğu anlaşılmaktadır.

    Buca’da oturan Weber ailesinin üyelerinden Georg Weber’in de Kızılçullu su kemerleri hakkında yaptığı çalışmalar eşsizdir. Weber, hem kemerlerin işleyişini hem Kızılçullu ile çevresindeki diğer suyollarını araştırmış; o güne kadar bilinmeyen pek çok konuyu açıklığa kavuşturmuştur. Geçmişte Kızılçullu düzlüklerinden doğan Vezirağa ve Osmanağa sularının ne amaçla kullanıldığı, bu suyollarının izledikleri rota, su kemerlerinin bu rota üzerindeki rolü gibi farklı konularda pek çok önemli detay onun sayesindedir. Aynı zamanda bu konular ile ilgili haritalar da çıkarmıştır. Bu çalışmalarına da ”Wasserletungen von Smyrna” isimli kitabında yer vermiştir. Kızılçullu’da arkeolojik araştırmalar yapan sadece Georg Weber değildir. Kızılçullu su kemerlerinin yanı sıra Homeros Mağarası ve bu yörede bulunan diğer antik izler de yabancı araştırmacıların dikkatini çekmiştir. Örneğin; 1861 senesinde Kızılçullu’da Bay Hutchinson’ın arazisinde, Homeros Mağarası’nın yakınında bir tapınak keşfedilmiştir. Bu keşif de Kızılçullu’da geçmişte de bir yerleşkenin olduğunu göstermektedir.

     Buca’da bulunmuş önemli arkeolojik eserlerden biri de İngiliz elçisi M. Dennis tarafından 1869 yılında kesilip İngiltere’ye gönderilen ve bugün British Museum’da sergilenmekte olan garip görünümlü bir insan figürüdür. Buranın konumu ise Tahtalı Dağı çevresi olarak belirtilmektedir. Georg Weber, sonraki yıllarda burasını; 8-10 metre derinliğinde, 100 metre genişliğinde, çevresi harçsız taşlarla çevrili bir oyuk olarak tanımlamıştır. Mağaranın öbür ucunda ise iyi parlatılmış taştan oturma yerlerinin bulunduğunu yazmıştır.

SALGINLAR, DEPREMLER, EŞKIYALAR VE İÇ ANLAŞMAZLIKLAR

     Pek çok gezgin tarafından havası, bahçeleri, toprağı ve daha birçok özelliğiyle övünülse de, elbette zaman zaman Buca’da bazı sorunlar da baş göstermiştir. Buca’nın o dönemde sapa bir yerde kalması (not 3) sebebiyle eşkıyaların uğrak noktası olmuştur. Bundan dolayı da eşkıyaların hem yerel otoriteleri uğraştırdığı hem de yerel halkın canını sıktığı değişik kaynaklarda belirtilmiştir. Bunun yanında Buca’da deprem ve salgınlar da mevcuttu. Yine de İzmir’e göre çok daha az düzeyde olmuş ve tam tersine pek çok kez İzmirliler yangın ve salgın durumlarında Buca’ya sığınmışlardır. Buca’da ayrıca zaman zaman halk arasında iç anlaşmazlıkların da olduğu görülmektedir.

     İzmir’e yakın konumuyla ve dağlık bölgeleriyle Buca, eşkıyalar için uygun bir konumdaydı. Bazen karışık bazen de tek bir milletten oluşan bu çeteler genelde Arnavut, Türk ve Rumlardan oluşmaktaydı. 1851’de yaşanan bir olayda Buca ve civarında faaliyet gösteren bir çete, İngiliz Werry ailesinin evine saklanır. İngiliz Konsolosu olan ve dokunulmazlığı bulunan Werry’nin evine giremeyen Türk jandarması, Werry’den çeteleri salmasını istemiş ancak istekleri yerine getirilmemiştir. Bu sırada çeteler tarafından jandarmaya ve karakola ateş açılmış, bunun üzerine jandarma eve baskın yapmıştır. İki haydut öldürülmüş, bir tanesi ise ele geçirilmiştir. Barker ailesinin evine kaçmaya çalışan bir haydut ise yakalanmış, geri kalanı ise kaçmıştır. Buca ve etrafındaki çete faaliyetlerinden bıkmış olan köy halkı ise, bu iki İngiliz aileye sorunun çözülmesine yardımcı olmadıkları için tepki göstermiş ve haydutların hepsinin yakalanamamasından dolayı olan kızgınlıklarını ifade etmişlerdir. Kısa süre sonra da bu olay dolayısıyla, askerleri izinsiz bir şekilde İngiliz Konsolosu’nun evinden içeriye girdiği için, Halil Paşa istifasını sunacaktır. 1892 tarihli başka bir haberde de Buca’da evi tren istasyonu yakınlarında bulunan Bay Dermond’tan eşkıyaların para istediği ve sonrasında köyde alarm verilince kaçtıkları ve bu olayın da Buca ve çevre bölgelerde korkuya sebep olduğu yazmaktadır. Yine başka bir olayda yakın zamanlarda Buca’da bir su kemerinin yapımına katılmış olan bir mühendis ve akıllı bir adam olduğu belirtilen Lucca isimli Hırvat haydut ve çetesinden bahsedilmektedir. Bir gün Bucalı bir işçi eve dönerken bu çetenin ”yeni su kemerinin” yakınında saklanmakta olduğunu görür ve ağaya haber verir. Ağa bir grup jandarma gönderir ancak Lucca’nın çok iyi bildiği bu yerde, jandarmalardan iki kişi öldürülür ve çete yara almadan kaçmayı başarır.

     Bilinen olaylardan biri de, 1898’de Bucalı vapur şirketi sahiplerinden Davut Farkoh’un oğlu Alexander’ın dağa kaçırılıp, fidye istenmesidir. Dikkat çeken notlardan biri de Buca Tahtalı’dan (günümüzde Kaynaklar) Efes’e doğru giden yolun yaşanan kanlı cinayetlerden dolayı ”kan yolu” olarak adlandırılmasıdır Bu durum bir kez daha haydut ve eşkıya çetelerinin bölgede sık bulunduğunu göstermektedir.

    Buca’da soygun olayları da görülmektedir. 9 Kasım 1829 tarihli bir haberde Buca’nın nüfuzlu ailelerinden birinin evine 30-40 kişilik bir Rum eşkıya grubunun girdiği ve bazı değerli eşyalarının çalındığı görülmektedir. Bu olay üzerine bölgeye 150 kişilik bir birlik gönderilmiş ve suçlular ile ilgili bağları olduğu düşünülen pek çok Rum hapse atılmıştır. Bu kişiler arasında bir tanesi bunun üç haftalık bir planlama olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu olay sonrasında pek çok Avrupalı güvenlik endişesiyle İzmir’e gitmiştir. 1851 yılında da De Jongh ailesinin evi köyden bir çete tarafından soyulmuştur. Habere göre, ailenin evini soyan grup Bibaki isimli bir haydutun liderliğinde beş kişilik bir gruptur ve bu grup ailenin oğulları ve erkek hizmetlisinin evde olmadığının farkındadır. Evin duvarından atlayıp içeri girmiş ve bazı kıymetli eşyaları alarak kaçmışlardır. 9 Mayıs 1854’de de Amerikalı tacir Landi’nin evinin soyulduğuna dair bir belge mevcuttur.

    Halkın canını sıkan olaylardan birinin de salgınlar olduğu görülmektedir. Buca ise salgınlardan İzmir ve Bornova’ya göre daha az etkilenmiştir. Bunun asıl nedeni ise daha sapa bir yerde kalmasıdır. ”Rapport à l’Académie Royale de Médecine sur la peste et les quarantaines” isimli kitabın 29 Ocak 1845 tarihli raporunda şöyle yazmaktadır: ”Bay Aubert, 1837’deki bu olayda, İzmir’de veba varken 14,000 kişinin Rum ve Avrupalıların oturduğu az mesafedeki, temiz, yeterli bir tesise sahip Buca köyüne sığındığını hatırlıyor. Bu 14,000 kişiden bazıları İzmir’e günlük olarak gidip geliyorlar. Bunlardan sadece köyün içerisindeki 10’unda veba baş gösteriyor. Önlem alınmamasına rağmen geri kalanı sağlam kalıyorlar. Bu 10 kişinin korumaları da vebadan etkilenmiyor.” Aynı kitapta 19 Mart 1845 tarihli başka bir raporda ise Bornova’da vebanın yaygın olmasına rağmen, Buca’nın bundan fazla etkilenmediği, Buca’nın İzmir yönüne bakan girişine dört çadır kurulduğu ve İzmir’den Buca’ya gelen kişilerin öncelikle burada iki gün karantinaya alındıkları yazmaktadır. Yine 1848’de İzmir’de patlak veren bir kolera salgınında İzmir nüfusunun üçte ikisi Buca ve Bornova’ya kaçmıştır. 1893 tarihli bir raporda ise İzmir’de koleranın patlak verdiği ancak Buca’nın çok az etkilendiği yazmaktadır.

    Buca’yı etkileyen olaylar arasında elbette depremler de vardır. ”Baltische Monatsschrift” isimli eserde eşeklerle (Kızılçullu dolaylarından) aşağıya doğru inildiği; doktoru olmayan, enfes bir havaya sahip Buca köyüne gelindiği ve burada sık sık depremlerle karşılaşıldığını yazmaktadır. Otto Magnus von Stackelberg isimli gezgin ise Buca’da yaşanan bir depremi şöyle aktaracaktır: ”Bir akşam, henüz yatağa yatmış ve uykuya dalmıştım ki, birdenbire yatağımın zangır, zangır sallanmasıyla uyandım. Beni kimin uyandırdığına bakmak için kalktım fakat kimseyi göremedim; aynı anda çatur çutur sesleri arasında tavanın da sallanmakta olduğunu fark ettim. Hayalet görmüş gibi korkuya kapıldım. Hemen odadan dışarıya fırladım ki, korkudan dehşete düşmüş Brönsted masaya kapanmış oturuyordu. Pansiyoncular da panik içinde evden dışarıya çıkmaktaydılar. Deprem geçti; fakat daha şiddetli bir depremin olacağı korkusu saatlerce sürdü.”

    Zaman zaman Buca halkının arasında da bazı anlaşmazlıkların olduğu görülmektedir. E. W. Schulz, kitabının bir bölümünde bir İngiliz Kilisesi pastörünün, Rum Hıristiyanlığını ”Hıristiyanlığın gerçek bir karikatürü” olarak tanımladığını yazmıştır. Dikkat çeken başka bir olay ise Protestanların kilise mezarlığına sahip olması için başvurmalarına diğer Hıristiyanların karşı çıkmış olmasıdır. Diğer Hıristiyan topluluklar zaten 1800’lerin başında Protestanların kilise inşa etmesine de karşı çıkmışlardır. 1848 yılında ise mezarlık talebine Ermeni Katolikler karşı çıkmaktadır. Bunun yanında Katolik mezarlığına ise ses çıkarmamışlardır. Ayrıca Avrupalı Katolikler ve Rumlar da bu durumdan rahatsızdır. O dönemde Protestanlar, Bostonlu Joseph Langdon tarafından inşa edilen bir evi ibadet amacıyla kullanmaktaydı.  Oysaki o dönemde Katoliklerin bir kilise yapmasına izin verilmişti. Hatta Ermeniler ile Rumlara yasak olmasına rağmen Katolik Kilisesi’nin bir çanı bile vardı.    

      Aynı sene (1848) Protestanlar kiliselerinde eski bir Amerikan vapurunun çanını kullanmak için başvururlar. Çıkardığı ses düşük olmasına rağmen çana karşı çıkanlar ya onu aşağı indireceklerini söylüyor ya da paşanın duruma müdahil olmasını istiyorlardı. Britanyalı diplomatlar ise hem kiliselerinin olması hem de mezarlığa sahip olmaları için diplomasi yürütüyorlardı. Başka bir kaynağa göre ise 1847’de İzmir’deki Rum Kilisesi piskoposu, Rum ailelerin çocuklarını evanjelik kiliselere göndermesini yasaklamaktadır. Başka dikkat çeken bir olayda ise Buca Panayırı’nda bir Rum kadına vuran Danimarka Konsolosu’nun oğlu Robert Deyon. Bucalı köylüler tarafından linç edilmiştir. ”Ismeer or Smyrna and its British hospital in 1855” isimli kitapta ise bir zeybeğin Yukarı Aya Yani Kilisesi’nden çıkan bir kadına sarkıntılık ettiği. Adamın kadının eşi olmasını istediği ve kendisi ile birlikte dağlarda yaşamak istediğini söylediği ve kadının bunu reddedince zeybeğin kadını kaçırmaya çalıştığı ve kadın da bağırmaya başlayınca, etraftan gelenlerin olması üzerine zeybeğin kaçtığı anlatılmaktadır.    

      Sonrasında ise Paşa bazı adamları yakalatır ve kadının önüne çıkarır. Ceza ölüm ya da hapis olacağı için kadın çok korktuğundan dolayı kişiyi hatırlayamadığını söyler. Kitabın yazarı bu olay sonrasında zeybeklerin Avrupalı kadınlara ilgi duyuyor olabileceğinden bahsetmiştir ve şu olayı örnek vermiştir: Yine o zamanlarda Paşa, Buca’dan bir Türk birliği geçeceğini ve Avrupalı bayanların pencerelerden uzak durmasını ve evlerin içinde kalmasını söyler.

     Gerginlikler her zaman halklar arasında olmamış, bazen de devlet ile halk arasında meydana gelmiştir. Özellikle Rum halkın zaman zaman devlete karşı itirazlarda bulunduğu ve büyük ölçekli olmasa da bazı ayaklanmaların ya da gerginliklerin meydana geldiği anlaşılmaktadır. Örneğin; 15 Şubat 1887’de Buca kazasında ahalinin hükümete itaat edeceği ve bu bölgeye askerlerin yerleştirileceği ile ilgili bir belge vardır. Nisan 1889’da ise Buca’da yapılacak olan bir yol çalışmasına ahali katılmak istememiş ve bu konuda bir tahkikat yapılmıştır. Bu durum ise zaman zaman halkın angarya iş yapmaya zorlandığını göstermektedir.

     Buca ile ilgili dikkat çeken notlardan biri de yollarının o dönemde bozuk olmasıdır. Toprak yol dolayısıyla insanların gözlerinden rahatsız olduğu yazılmıştır. Bunun sebebi ise yolun o dönemde sulanmamasıdır. Osmanlı belgelerine göre Kemer-Buca yolunun yapılması 1847 yılını bulacaktır. Yol tamamlandıktan sonra toz sorununun çözülüp çözülmediğiyle ilgili bir bilgi yoktur.

Kaynak: ATALARIMIZIN TOPRAKLARI