HOLTON EVİ – BUCA / İZMİR
Sahipleri: Holton (İngiliz), TCDD, Lapi (Türk)
Diğer İsimleri: TCDD lojman binası
Yapım: 1860’lar?
Günümüzde: Sağlam
1860’lar yapıldığı tahmin edilen ev Holton ailesine aittir. Buca’nın en eski evlerinden sayılan ev, TCDD Lojman binası olarak da kullanılmaktadır.
Bayan Holton 1894’te Buca’da bir okul kuruyor. Buca’daki iki İngiliz okulundan biri. Okulun kendi stadyumu varmış. Öğrencilerin çoğu Rum.
CHARLES HOLTON’UN ANILARI
Hatırladığım kadarıyla annem ve babam aynı soyadlarına sahip, ikinci dereceden kuzenlerdi. Evlendikten kısa süre sonra, demiryolu hattı yapmakta olan bir Britanya demiryolu şirketi için 1880-85 dolaylarında Türkiye’ye gittiler ve 1936-37 yıllarına kadar da orada çalıştılar. Bay Henry Smithers ailenin uzaktan bir akrabasıydı ve Londra merkezli şirketin de yöneticisi olduğundan, babama bu işi vermiş ve onu İzmir’e yollamıştı. İlk vardığında ne iş yaptığını hatırlamıyorum ama 8-9 yaşlarında olduğum zamanlardan ilk hatırladıklarım onun ambarcılık yaptığı. Vagon, araba, kömür stoku, fındık, bot, tel, gazyağı, kalem ve mürekkep dâhil demiryolunda kullanılan ne varsa onların kaydını tutmakla görevliydi. 10-15 sene ambarcılık yaptı ve sonradan çok hızlı bir yükselişle baş muhasebeciliğe yükseldi. Bir süre baş muhasebeci kaldı ve sonra Bay Herbert Barfield kendisine bir genel müdür yardımcısı aradığı için de bu pozisyona yükseldi. Bay Barfield kendisini iyi hissetmediği ve sıcaktan kaçmak maksadıyla 4-5 ay boyunca yazı İngiltere’de geçirmek istediği için, bu pozisyonu şansı oldukça yaver giderek almıştı. Babam böylece genel müdür vekili olmuştu.
Annem İzmir’e 21 yaşında gelmişti. Kendisi Essex ve Sussex’in sınırındaki Bules’da dar fikirli, kurallara uymayan büyük bir çiftçinin rahat yetiştirilmiş bir kızıydı. İzmir’e vardığında dilini, parasını, yemeğini, geleneğini bilmediği ve elektriğin olmadığı bir ülkeye varmıştı. Aslında Türk sultanları şeytanın icadı olduğu gerekçesiyle elektriğe izin vermezdi ve o da kendini İzmir’in beş mil kadar dışındaki su altyapısı olmayan, sadece bahçelerinde kuyu bulunan Buca köyünde bulmuştu ve takdire şayan bir şekilde bunlarla baş edebilmişti. Ancak işler o kadar da kolay gitmeyecekti. Aile vardığında beş çocuğu vardı. İlk doğan Lilian ismindeki küçük kız çocuğu ben doğmadan uzun süre önce, 2 ya da 3 yaşında öldü.
Sonrasında 2 ya da 3 yıl sonra abim Francis doğdu, ondan 3 yıl sonra Alfred, 3 yıl sonra John ve 4 yıl sonra da ben dünyaya geldim. Zaman geçtikçe dört erkek çocuğunun eğitiminin babam için bir sorun olmaya başlayacağı anlaşılıyordu. Kendisi ambarcıydı ve o dönemde makul bir ücret alıyordu ancak bir, iki ya da üç çocuğunu İngiltere’ye eğitime gönderecek kadar yeterli değildi. Bir kaç Fransız Katolik Okulu, İngiliz bir din adamı tarafından işletilen bir İngiliz okulu ya da İskoç bir misyoner tarafından işletilen bir İskoç okulunun olduğu bu yerde, bizi yerel dini okullara göndermeye istekli değildi. O da kendisi bir okul açma fikrini ortaya attı. Buca’da büyük bir ev tuttu. Buca köy olarak adlandırılsa da, aslında bir kasaba gibiydi ve on bin civarında nüfusa sahipti ve evin de 30-40 hektar arazisi vardı. İngiltere ve Fransa’dan ikişer tane öğretmen getirdi ve ayrıca yerel Rum ve Türk öğretmenler ayarladı. 10 ya da 12 tane yatılı öğrencimiz vardı ve tabii ki de İngiliz ve Fransız öğretmenlerimiz de yatılı kalmaktaydı.
Annem, babam, biz dördümüz, altı etmekteydi. Dört öğretmen ve on-on iki öğrenciyle beraber toplamda yirmi-yirmi beş kişi oluyorduk. Annem de yemek yapan hizmetliler, oda hizmetlisi, hizmetli yardımcıları ve kuyudan su çekmek ya da ateş için odun kırmak amacıyla en az bir adam ya da oğlan bulunduruyordu. Okul çok başarılıydı ve takvimi çok dikkatli düzenlenmişti. Oldukça iyi bir eğitim alıyorduk. Sadece Fransız, Rum, Alman ve Türk çocuklarla iletişim kurarak değil, dersler yoluyla da dilleri öğreniyorduk. Ayrıca takvimimizde ticari eğitim de vardı. İngiltere’de ancak akşam sınıflarında ya da özel iş eğitim kolejlerinde öğrenilebilecek olan defter tutma, daktilo yazısı, steno ve diğer çeşitli ofis işlerini öğreniyorduk. Yani, tüm eğitimimiz oldukça kapsamlı ve iyiydi. Spor açısından da, biraz kriket, çoğunlukla futbol oynardık. İzmir yoğunluklu olmak üzere, tüm Küçük Asya’da bir futbol takımı oluşturmuştuk. Her yıl tüm büyük okullar tarafından bir kupa düzenlenirdi ve bizimkisi muhtemelen aralarındaki en küçük olmasına rağmen, kupayı diğer okulların aldığından daha fazla, yıllarca kazanmıştık. Aslında kupayı 2-3 yılda bir kaç kez kazanmıştık. Sonrasında muhtemelen bir sene kaybetmiştik. Sonrasındaki sene bir kez daha almıştık.
Sonraki yıl da iki ya da daha fazla kez elimizde tutmuştuk. Futbolumuz çok iyiydi. Ayrıca uzun tatil zamanlarımızda bağımsız olmayı öğrenmiştik. Elbette babam demiryolu işine devam ettiği için, okuldan annem sorumluydu. Yaz tatillerinde bol bol piknik yapar, tepeler ve dağların eteklerinde uzun yürüyüşlere çıkardık. Pek çok pikniğe çok kaliteli olan eşeklerle giderdik ve ben de eşek sürmeyi öğrenmiştim ki, bu da sonradan orduda süvari olduğumda çok işime yarayacaktı. Eşek sürme tecrübem sayesinde ata çok rahat otururdum. Ayrıca yüzme, balık tutma, kürek çekme, yelken gibi pek çok şey yaptık. Ben ve kardeşlerimin hayatı hem eğitim açısından hem de sportif açıdan, hem de değişik milliyetler, diller, alışkanlıklar ve gelenekler tanımak bakımından oldukça dolu geçmişti ki, sonraki hayatımızda da bunun çok faydasını görecektik.
Şimdi yeniden demiryolu ile birlikte işlettiğimiz okula dönersek, tüm kardeşlerim İngiltere’de farklı okullara gittiğinden dolayı, kendi okulumuzda tek kalmıştım. Babam çok daha ekonomik olacağına karar vererek okulu kapattı ve beni yerel Fransız Okulu’na gönderdi. Gittiğim Fransız Okulu, Katolik papazlarca yönetilen çok yüksek standartlara sahip mükemmel bir okuldu. Bu sırada 14 yaşındaydım ve Katolik söylevlerden körü körüne etkilenmeyecek kadar büyüktüm. Orada 3 ya da 4 yıl kaldım ve sonra da demiryoluna girdim. Kardeşim John genel müdür sekreteriydi ve İngiltere’de eğitim almaya gitmeden 6 ay önce buradan ayrılmıştı. Kendisi Hindistan Sivil Hizmeti’ne gidecekti. 17 yaşında okuldan ayrıldım ve demiryolunda kendisinin yerine genel müdür sekreteri görevine geldim. Bu tabii çok kısa olmuştu, ben Haziran’da başlamıştım ve Birinci Dünya Savaşı 4 Ağustos 1914’te başlayacaktı.
Türkiye o dönemde savaşa girmemişti ancak Kasım dolaylarında Almanlar tarafından kendi taraflarına çekildiler ve hayatımın heyecanlı dönemlerinden biri böylece başlamış oldu. Başlangıç şöyle oldu; İzmir Valisi Türkiye’nin savaşa girmesinden bir gün sonra bir mesaj yayınladı. Kendisi ile Başkomutan Pertev Paşa, demiryolu genel müdürüne öğleden sonra saat 3’te demiryolunu kendi yönetimlerine teslim etmesini söylüyor ve müdüre bunun nasıl gerçekleşeceğine yönelik emir gönderiyordu. Burada bir sorun yok gibiydi ancak aslında pek çok engel vardı. Türkler demiryolunu almak istiyordu ve Bay Barfield genel müdürdü ve buradan sonra da onu güçlü bir şekilde eleştirmek durumundayım. Kendisi kurul tarafından demiryolunun çıkarlarına göz kulak olmak için bu göreve getirilmişti. Kendisi ise ofisine gitti, oturdu ve bir parça kâğıt alarak bir kaç şey yazdı ve babamın ofisine giderek ”işte Bay Holton, artık demiryolunun genel müdürüsünüz, istifa ettim, şimdi eve gidiyorum.” dedi. Dışarı çıktı ve demiryolu şirketi evinin hemen yanında bulunan, halka açık bahçesi ve tenis kortları olan güzel evine gitti. İstifa ederek tüm yükü babama atmıştı. Babam sorumluluktan kaçmadı. Kalarak neler olacağını görecekti. Türkler vardığında yanına gelerek, kendisine artık Britanya ile savaş durumunda olduklarını, Britanya demiryolunun kontrolünün ele alınacağını, Türk idaresince yönetileceğini ve babamı bu demiryolunun ve Türkiye’nin içlerine doğru farklı bir yönde devam eden, İzmir’in 100 mil uzağındaki Alaşehir’e kadar giden Fransız demiryolunun yöneticisi olarak atayacaklarını söylediler. Telefon yoktu. Hiç bir şey yoktu. Babam Türk askeri yetkililerinin talimatlarına göre iki demiryolunu yönetmek durumundaydı. Kendisi hiç tereddüt etmedi ve Türklere ”baylar, beni bilirsiniz, Türkler’in büyük bir dostuyum ve hep öyle olmuşumdur. Ancak ne yazık ki iki ülke de savaşta ve talimatlarınıza uyamam ve uymayacağım. Eğer böyle bir şey yaparsam ülkemin düşmanlarına yardım etmiş olurum ve hükümetim tarafından düşmana yardım etmekten sorumlu tutulurum.” dedi. Onlar yürüyerek devam ettiler ve ”talimatları duydun, işte, bunlara uy.” dediler. Onlar ayrılır ayrılmaz babam atık görevlisine telefon etti ve ona şirketin sahip olduğu motorlu araba ile gelmesini ve ben ile babamı Buca’daki eve bırakmasını söyledi. Eve geldik. Yemek yedik ve babam yolun aşağısındaki Bay Calligari’yi görmeye gitti. Kendisi Avusturyalı, baş kasiyerdi. Avusturya’ya sadakati olmayan iyi bir adamdı. Ülkesi Avusturya’dan çok şirkete ve babama sadıktı. Almanca konuşabildiğinden bile şüpheliydim. Kendisi ve babam saat 9 civarı son gece treniyle İzmir’e doğru indiler. Calligari kendi oda anahtarlarını aldı ve mahzene inerek oradaki, yaklaşık 10,000 sterlin olan, tüm altın sikkeleri aldılar. Çantalara yerleştirerek, bir at arabasına yüklediler ve Amerikan Konsolosluğu’na giderek altınları konsolosluğa emanet ettiler. Sonra istasyona dönerek, sadece motor ve taşıyıcı olan özel bir trenle Buca’ya geri geldiler. Babam eve geldiğimizde annem, kardeşim Francis ve beni alarak evin mahzenine indirdi. Mahzenin köşesine iki ayak derinliğinde bir delik kazdık. 200 sterlin değerinde altının olduğu çantayı aldı ve bu deliğe gömdü, üstünü kapattı ve sonra bize dönerek ”200 sterlin burada, bir şey olursa, herhangi birimize ya da hepimize bir şey olursa, geriye kim kalırsa burada para var.” dedi. Hepsi buydu. Babam ertesi gün Alaşehir’e gitmedi ve diğer tüm Britanyalı çalışanlara, Türklerin Britanyalılar’ın Alaşehir’e gitmesini emrettiğini ve kendisinin bu emre uymayacağını, Britanya yasalarına göre bunun düşmana yardım etmek olacağını belirten bir mesaj yolladı. Ancak Alaşehir’e gidip gitmeyecekleriyle ilgili olan bu zorlu kararı kişilerin kendisine bıraktı. Gün ortasında, bir Türk subay, bir çavuş ve 7 civarında adam Buca’daki evimize geldi ve babamı ev hapsine aldılar. Hiç kimse evimize gelemeyecek ve babam da evden çıkamayacaktı. Bayanlar eve gelebilecek, biz (çocuklar) de istediğimiz gibi dışarı çıkabilecektik. Bu Türk yetkilileriyle ilk çatışması olacaktı. Bu böyle bir ya da iki hafta devam etti. Ancak çok talihliydik.
Başkomutan Pertev Paşa bir İngiliz dostuydu ve başka bir İngiliz ailesi olan Rees’lerden aldığı büyük bir evde yaşıyordu. Rees’ler büyük gemilerin sahipleriydiler. Çok varlıklıydılar ve büyük bir evleri vardı. Bu ev de komutanın karargâhı olmuştu. Neredeyse her gece, karanlıktan sonra, kardeşim Francis ve ben Rees’lerin evine giderek babamı ev hapsinden çıkarması ya da ülkeyi terk etmemiz için izin vermesi için Pertev Paşa’yı görmeye çalışırdık. Paşa’nın kendisini hiç görmedik ancak devamlı kendisinin yardımcısını (?) görür ve nezaket ve ilgi ile karşılanırdık. Bir süre sonra bize nöbetçilerin evden alınacağı ve babamın serbest olduğu bildirildi. Dahası Pertev Paşa izni de almıştı. Nasıl aldığını bilmiyorum çünkü o dönemde İstanbul çok hiddetliydi. Babam, annem ve 17 yaşında olduğum için askerlik çağında olmayan benim için izin almıştı. Ancak Francis askerlik çağında olduğu için o ülkeyi terk edemedi. Ek olarak, Bay ve Bayan Barfield, kızları ve kızının başmühendis olan kocası, lokomotif şefi Bay Elliot, eşi ve kızı olmak üzere hepimize ülkeden ayrılmak için izin verilmişti. Tabii söylemesi bunu icra etmekten daha kolaydı çünkü İzmir Körfezi’nin her ne kadar kendisi büyük olsa da, girişi dardı ve Türkler körfeze girişi kapatmak için burada iki büyük kargo gemisini batırmışlardı. Bu şekilde ayrılmamız mümkün değildi. Babam ve ben de İzmir’e, küçük Rum gemi şirketlerinden birinin ofisine gittik ve bize İzmir’in 40 mil ötesindeki Urla’daki küçük limandan küçük bir geminin bir kaç güne kalkacağını söylediler. Babam da tüm gemiyi biz, Barfield’lar ve Elliot’lar için Pire’ye gitmek üzere kiraladı. Ne kadara mal olduğunu hatırlamıyorum ama tabii bizim gömdüğümüz 200 sterlinimiz vardı ve köşede başka paramız olup olmadığını hatırlamıyorum, ancak bir şekilde bunu ayarlamıştık ve bir gün, gün ortasında, bu ailelerden oluşan dört taşıyıcıyla beraber İzmir ve Urla’dan ayrıldık. Pertev Paşa bize arabacı ile birlikte süngülü nöbetçilerden oluşan Türk askeri refakati bile sağlamıştı. Urla’da küçük Rum gemisi bekliyordu. O akşam gemiye bindik ve kıyıdan açıldık. Pire’ye gitmek üzere Türk sularını terk etmiştik ki, Bay Barfield ve babam konuşurken bize döndüler ve ikisi bize şanslı olduğumuzu, çünkü hem Bay Holton’un hem de Bay Barfield’ın çağrılacağı sıkıyönetim ilanından sadece bir kaç gün önce ayrıldığımızı söylediler. Yani kıl payı yırtmıştık. Atina’dan bir gemiyle Brindesi’ye, oradan da trenle İtalya ve Fransa’yı geçerek 1914 Noel arefesinde İngiltere’ye ulaştık.
Üzerime düşeni (savaşta) yaptıktan sonra artık sivil hayata dönmem gerektiğini düşünüyordum ve terhis için başvurdum. Terhisten sonra İngiltere’ye geri gittim ve oradan da Türkiye’ye geri döndüm. Francis’in tütün yetiştirme çabalarına katılacaktım. Sanırım biraz geriye dönüp ailenin diğer üyelerine ne olduğunu anlatmalıyım. İlk olarak Francis, savaş boyunca İzmir Buca’da istediğini yapmaktaydı. Britanya savaş gemileri İzmir Körfezi’nin dışındaki tabyaları bombaladığı için İzmir ve çevresindeki Britanyalıların üç gün boyunca gözetim altında tutulması dışında özgür kalmıştı. Şimdi çok rahat bir şekilde anlaşılabilir ki, Türkler’e karşı hiç bir kötü düşünceleri yoktu ve sadece üç gün tutulduktan sonra serbest bırakıldılar. Francis, Buca’daki evde hizmetlilerin olduğu yerde yaşadı. Türkler tüm evi almıştı ancak kendisinin hizmetlilerin odalarının, bir yıkama evinin, bir mutfak ve bir alt kat tuvaletinin olduğu yerde yaşamasına izin vermişlerdi. O da orada kalmıştı. Yaşamak için bir şeyler kazanmak gerekince de, sessiz sakin olan iki İngiliz oğlanı olan genç Oliver Ashe ve Bobby Ashe’in kardeşinin ve Arthur Heginbotham’ın yardımlarıyla sahip olduğumuz üzüm bağında çalışmışlardı. Savaşın geri kalanında üzüm ve kuru üzümlerin bazılarını satarak, çoğunu ise kendilerine alarak ve buradan da yeterli parayı kazanarak hayatta kalmışlar. Savaştan sonra Francis tütün çiftliği işine girdi.
İzmir’deki Britanyalı nüfusunun hepsine konsolosluk tarafından tahliye edilmeye hazır olmaları söylenmişti ve bir şeyleri yapma ve organize etme konusundaki Britanya ustalığı yine ön plana çıkacaktı. Buca, İzmir’den beş mil ötedeydi ve babam istasyonun yanındaki şirket evinde yaşıyordu. Telefon servisi yoktu. Tek iletişim demiryolu telgrafıydı. Konsolosluk da, babamdan Buca’daki konsolosluk temsilcisi olmasını rica etmişti ve demiryolu telgrafı yoluyla istasyonun hemen yanında yaşayan babama talimatlar gönderildi. Babama gönderilen talimat ”tüm Buca’daki Britanyalılara söyle, 36 saat sonra limanda kendilerini bekleyen gemi yoluyla ayrılacaklar” şeklindeydi. Şimdi babamın işi, elbette yürüyerek, tüm İngiliz evlerine gitmekti. Buca 11,000-12,000 nüfusa sahip büyük bir köydü. Ev ev dolaştı ve insanlara konsolosluğun söylediğini, talimatlarının ne olduğunu aktardı. Ayrıca köyün öbür tarafında yaşayan ve çok yaşlı bir çift olan Bay ve Bayan Barff’ı görmeye de gitmişti. Babam bana durumu şöyle açıklamıştı: ”Eğer korktuysam, o an bu andır. Solda, sağda her yerde atışlar duyuluyordu. Karakolu yani, küçük bir baraka olan Konak’ı yürüyerek geçmek zorundaydım ve orada barakanın hemen dışında oturan Türk askerleri, dizlerinde tüfekleriyle oldukça mutlu görünüyordu. Etrafta hiç kimse yoktu. Yanlarından geçerek gitmek zorundaydım. Onlarla yüz yüze oldukça bir sorun görünmüyordu. Sonrasında 200 yarda daha yukarıya Barff’ların evine doğru, askerlerin görüş açısında, yürümek durumundaydım. Elbette hepsi dağlardan inmişti ve bir İngiliz ile Çinli’yi ayırt edecek durumda bile değillerdi. Ben de zaten kendimi Britanyalı olarak tanıtma fikrinde değildim. Koşarsam beni vurabilirlerdi ve ben de güvende olduğumu anlayana kadar olabildiğince hızlı ve sakin bir şekilde yürüdüm. Barff’lara gittim ve onlara konsolosluğun talimatlarını söyledim ve ne düşündüklerini sordum. Onlar da konsolosluğun talimatını uygulamayacaklarını, ayrılmayacaklarını, burada kalacaklarını ve Türkleri sevdiklerini ve kendileri için oldukça iyi olduklarını söylediler. Sonrasında tüm yolu geri yürümek durumunda kalmıştım. Bu sefer jandarmalarla yüz yüze olduğum için o kadar da kötü olmamıştı. Askerler barakadaydılar. Yanlarından geçtim. Oldukça uzun olan yoldan devam edip, İngiliz Kilisesi ve kilise avlusunun önünden geçiyordum ki, giriş kapısından Bay Bourdalakis çıkıverdi. Şimdi kendisine Rum olduğunu açıklamak durumundaydım. Kendisi İzmir’de tütün kaçakçılığı yapıyor ve böyle biliniyordu. Sonuç olarak çok parası olmasına rağmen Bourdalakis bir kaçakçıydı ve varlıklı bir adamdı. Hemen hemen tüm yerel halk ve elbette tüm Britanyalılar tarafından pek sevilmezdi. Bourdalakis dışarı çıktı ve ”afedersiniz Bay Holton ama Bay ve Bayan De Jongh” dedi. İngiliz olarak kabul gören bazı Hollanda kökenli insanlar vardı. Her zaman kilisemize gelirlerdi. ”Öldürüldüler ve evlerinin girişinin hemen önünde yatıyorlar.” Onunla geri döndüm. O bir tanesini, ben de bir tanesini aldım. Ölülerini sırtımızda, Barff’lardan gelirken önünden geçtiğim İngiliz Protestan Kilisesi’nin avlusuna taşıdık. Kapıyı kapattık ve onları diğer mezarların arasında yere yatırdık. Sonra aklıma bir fikir geldi. İngiliz Kilisesi ve kilise avlusunun yanında yüksek bir duvar vardı. Yüksek duvarın öbür yanında da bir Kapuçin Manastırı vardı. ”Bir araç, bir çatal, kaşık bulabildiğin herhangi bir şey bul ve sığ bir mezar kaz. Duvarın üzerinden manastıra geçeceğim.” Babam duvarın üzerinden manastıra geçmiş ve bir süre sonra da bir Kapuçin rahibiyle geri gelmiş. Burası dinlerdeki farklılıkları gözetenler için çok önemli. Babam, Kapuçin bir rahiple geri gelmiş, bir Katolik. Bourdalakis bir Rum Ortodoks idi. Tabii biraz olsun imanı varsa. Mezarı kazmış. Rahip duayı okumuş ve gömme hizmetini Katolik inancına göre gerçekleştirmiş. Orada bulunan diğer iki kişiden biri inatçı bir Britanyalı Anglikan Protestan işadamı ve diğeri ise bir kaçakçı, Rum Ortodoks ve ölümün olduğu bu eşikte ve son görevde, bu üç apayrı insan birleşmişler. Savaştan sonra bir keresinde ona (muhtemelen babasına) Bourdalakis hakkında bir şey demiştim ve o da bana ”Bay Bourdalakis, ne olursa olsun o bir beyefendi” diyerek beni uyarmıştı. Her neyse, babam ve annem ertesi gün evde kaldılar ve sonrasında babam o (Genel Müdür Bay De Candall) ve annemin İzmir’e gitmeleri gerektiğine karar verdi. Onlar da demiryolu istasyonu yakınındaki genel müdürün evine gittiler. Konsolosu diğer tüm Britanyalılar’ın ayrıldığı konusunda bilgilendirmişler. (Buca’dan) Son ayrılanlar babam ve annem olacaktı. Konsolos zamanı gelip birileri onları alana kadar onlara orada (Buca’da) kalmalarını söylemişti. Gece yatmadılar. Sadece konforlu sandalyelerinde, hazırlanmış bavullarıyla beraber oturdular ve yine konforlu sandalyelerinde uyudular. İkinci gece saat iki sularında kapı çalındı. Britanyalı bir deniz subayı, yanındaki yirmi civarındaki denizci adamıyla babam ve anneme onları takip etmelerini söylediler. Her bir tarafta on denizci ve önde subay ve ortalarında da kendileri şeklinde, denizciler eşyalarını taşıyacak şekilde yürümeye başladılar. Britanyalı HMS Iron Duke gemisinden bir filikanın beklediği Kordon’daki en yakın noktaya gittiler. Iron Duke’e bindiler ve oradan da Malta’ya gittiler. İzmir’de yaşananlar arasında, annem Buca’dan İzmir’e nasıl trenle geldiklerini anlatmıştı. Herkes tepetaklak, herkes şok içindeymiş. Vagonda bir Rum kadını varmış. Bir kolunda bebeğini, diğer kolunda ise bir koliyi tutuyormuş. İzmir yolu yarılanmışken, zavallı kadın o kadar kendinden geçmiş haldeymiş ki, koliyi atarak bebeğine odaklanmak istemiş. Ancak o kadar kendinden geçmiş ki, yanlışlıkla koli yerine pencereden dışarıya bebeğini atmış. Ne yaptığını anlayana kadar da elinde koliyi tutmaya devam etmiş ve durumu anladığında avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış.
Olan bitenin eğlenceli olaylarından birinde ise babam gördüğü bir şeyi şöyle anlatıyor; bir Yunan askeri, bir Türk askeri tarafından kovalanıyormuş. Yunan askeri eşek sürüyormuş. Türk askeri ise ufak bir midilli. Aralarında 200-300 yarda mesafe varmış ve kordonda birbirlerini kovalıyorlarmış. Türk askeri midilliyi sürerken aynı anda tüfeğini ateşlemeye çalışıyormuş. Tabii mesafe eşeğin üzerindeki Yunan’ın hedef olacağı kadar yakın değilmiş. Yunan bakmış ki, Türk kendisi ile aradaki mesafeyi kapatıyor, ip ile kıyıya bağlanmış küçük bir sandal bulmuş. Eşeği köşeye çekerek inmiş ve sandala atlamış. Kürekleri hazırlamış ve deli gibi en yakın gemiye doğru kürek çekmeye başlamış. Türk vardığında atından inmiş ve Yunan’a ateş etmeye başlamış. Yunan 100-200 yard ileriye açılmış durumdaymış. Türk tabii soluk soluğaymış ve elindeki tüfek de titriyormuş. Mermiler de Yunan’ın olduğu sandaldan çok uzaklara gidiyormuş. Böyle bir anı.
Tüm bu olan bitenlerden sonra Yunanlıları İzmir’e yollayan Müttefikler, konuyu bir kez daha ele almaya karar vermişlerdi. Türkleri İzmir’den çıkarmadılar. Türkiye’de bir buçuk milyon Rum vardı. Yunanistan’da da, bir buçuk milyon Türk. Özellikle de Trakya’da Selanik ve İstanbul arasında. Sonuç olarak tüm bu akıllı politikacılar, Bay Lloyd George, Bay Quancarre, Amerikalı Bay Wilson Paris’te masaya oturdu ve yapılacak en iyi şeyin, Türkiye’deki Rumları Yunanistan’a yollamak ve Yunanistan’daki Türkleri de Türkiye’ye yollamak olduğuna karar verdiler. Her seferinde yarım milyon insan, toplamda bir milyon insan, yerinden çıkarılarak başka bir ülkeye gönderildi. Çoğu da kendi memleketinin koşullarını, ekinlerini, havasını, pazarını bilen ve havasını, pazarını, ekinini ve toprak işleme yöntemlerini bilmedikleri başka bir ülkeye gönderilen çiftçilerdi. Böylece, skandalların en büyüğü gerçekleşti ve bir milyon insan yerinden edilerek başka bir ülkeye gönderildi. Yunanistan’dan Türkiye’ye varan Türkler büyük şüpheyle karşılandılar. Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen Rumlar da Yunanlar tarafından ”Türk köpeği” olarak çağrıldılar.
Durumlarını iyileştirmek ve onları mesken sahibi yapmak için de hiçbir şey yapılmadı. 7 ya da 8 sene sonra, Londra’da İsviçre Bankası’nda çalışırken babam yanıma geldi ve ”benim için Athanasis’in eşine Yunanca bir mektup yazmanı istiyorum” dedi. Athanasis, Buca’daki bağımızda çalıştırdığımız bir adamdı. Babam kendisinin öldüğünü biliyordu ya da bundan emindi ancak eşi bilmiyordu. Babam da söylemek istememişti. Babam ona çok değil, her 2-3 ayda bir 5-6 sterlin para gönderirdi. Mektubu babam adına yazdım ve ona nasıl olduğunu ve ailesinin nasıl olduğunu, Athanasis’ten haberi olup olmadığını sordum ki, elbette haberi olmadığını biliyorduk. Ne konuda olursa olsun yardım etmeye çalışıyorduk. Yunanlılar ona hiç yardım etmiyorlardı. Bence en temel yemek ihtiyaçlarını karşıladılar ancak 5 ya da 6 yıl sonra o ve daha yüzlercesi halen Atina’da bir okulda yerlerde yatıyorlardı. Hala şuna inanırım ki, kendi ülkeleri dışındaki insanların meselelerine karışan, işleri daha iyi yapacağını sanan ancak bunun yerine her şeyi daha kötü yapan ve kendi aptallıkları yüzünden tüm bu arka planı 1 ya da 2 yıl önce yaratan bu politikacılar için cehennemde özel küçük bir yer vardır.
Babam genel müdür olarak İzmir’e geri dönmüştü. İşler yeniden yürümeye başlamıştı. Eski kadro geri dönmüş ve tüm Rumlar gittiğinden dolayı; yeni sürücüler, bekçiler, istasyon şefleri ve diğer bazı pozisyonlar için pek çok alım yapılacaktı. İşler yeniden nispeten yoluna girmeye başlayınca, babam Londra’ya geri döndü ve kurula ”canım için eşim ve ailemle birlikte 1914 ve 1922’de iki kez kaçtım. 2 ya da 3 kez geri döndüm ve demiryolunu baştan kurdum. Şimdi bunu yeniden yapıyorum. Demiryolu işliyor ve bence artık başka bir genel müdür bulmalısınız. 60’lı yaşlardayım ve artık emekli olmalıyım. Yeniden bir ev ve diğer şeyleri İzmir’de kurmaya başlamak istemiyorum” dedi. Yöneticiler kabul etti ve babama ”tamam Holton, fakat senin yerine kimi koyacağız? De Candall gibi yeterince insan tanıdık ve şimdi müdürlerimizi seçmede geçmişte ne kadar yanlış yaptığımızı görüyoruz. Senin önerini istiyoruz.” dediler. Babam da ”bunu yapacak sadece bir kişi var. Bu adam Robert Mazade” dedi. Robert Mazade, De Candall ile araları açıldıktan sonra demiryolundan ayrılan ve Fransa’da yaşayan bir Fransız’dı. Babam demiş ki ”bence onu bulabilirim ve eğer bulabilirsem, sizi bilgilendireceğim ve siz de onunla iletişime geçerek gerekli koşulları uygun hale getirirsiniz”. Kısacası Mazade işi almış. Babam, Mazade ile geri dönmüş ve kurula her şeyin ayarlandığını ve Mazade’ın yönetimi ele aldığını aktarmış. Kurul da önceden asla yapmadığı bir şey yaptı. Kurulun emeklilik planı ya da benzer bir şeyi yoktu. Ortada çok az parası vardı ve kurul hizmetleri için babama teşekkür etmek amacıyla babamı çağırdı. Ona ”sana verecek yeterince tazminatımız yok ama yaptıklarından dolayı sana olan minnetimiz karşılığında sana bu çeki veriyoruz ve keşke 10 katı daha fazla olabilseydi” dediler. Babama 5,000 sterlinlik bir çek verdiler. O koşullarda babama göre çok cömert ve dokunaklı bir hareketti.
Atina’dayken (1967 ya da 1968) Machlachlan’lar, Grant’ler ve Sarah, Sis ve ben, İzmir’e bir yolculuk ayarlamıştık. Arabayı, savaş öncesi günlerden İzmir’den eski bir arkadaşımız olan ve ayrıca da Grant Machlachlan’ın bir kuzeni olan Willie Blackler’a bıraktık. Kendisinin yalnız yaşadığı, hizmetlili ve bahçıvanlı çok güzel bir evi vardı. Kiffissia, Atina’nın 5-6-7 mil civarı dışarısındaydı. Arabayı oraya bıraktık. Otobüsle ve gemiyle Pire’ye, oradan da Türk kıyısına en yakın noktalardan biri olan Sakız Adası’na ve oradan da küçük bir feribotla 5-6 mil karşıdaki Çeşme’ye ulaştık. Çeşme’ye vardıktan sonra da otobüsle, Sarah ve Grant’ın adresine sahip olduğu bir Amerikan tarzı misyoner kolejinin bulunduğu İzmir’e vardık. Bu insanları ziyaret ettiler ve onlar da bizi misafir edebileceklerini söylediler ve bizi hiç bir ücret almadan misafir ettiler. Grant ve Sarah onlarla arkadaş olmuştu ve ayrıca babasının dâhil olduğu benzer başka bir okul ile de bağları vardı. Hatırladığım kadarıyla Grant onlara güzel bir maddi hediye verdi ki, bununla ileride bazı sandalyeler alacaklardı. Buca’ya ve körfezi aşarak Karşıyaka’ya gittik. Buca’dayken etrafa bakıyorduk ve oradayken oldukça kötü bir şekilde ”geliştirilmiş” olan eski evimize bir bakış attık. Bence buna öyle denirdi. Onu bıraktığımızda tek bir evden ibaretti ve kendisine eklenen bir kaç bacaya ve başka bazı şeylere ek olarak, açık bir şekilde çeşitli dairelere çevrilmişti. Yakınında da 1914 savaşının başında babam az ya da çok ev esiriyken, kardeşim Francis ve benim Türk başkomutanına uğradığımız ev vardı.
Bu ev Bayan Rees’e aitti. Grant, Sarah, Sis ve ben Rees’lerin evini ve bahçesini görmek için yola koyulduk. Kendisine doğru uzun bir yolun uzandığı evin yanına vardığımızda, genç bir bayan bizi karşılamaya geldi ve ne istediğimizi sordu ve biz de evin ilk sahibi Bayan Rees’in arkadaşları olduğumuzu, İzmir’de 20-30 yıldır bulunmadığımızı ve bu yere bir göz atmak istediğimizi söyledik. Onlar da İngiliz ziyaretçilere sahip oldukları için çok sevindiler. Bu yer, bir öğretmen eğitim kolejine dönüştürülmüştü. Bizi oturttular ve bize serin içecekler getirdiler. Oturduk ve uzun süre konuştuk ve sonunda da İzmir’e, geceyi geçirmek için okula geri döndük. Ayrıca o gece Grant’in okulda beraber bulunduğu başka bir arkadaşına yemeğe gittik. Ertesi gün Çeşme üzerinden Sakız’a dönüş yaptık.
Charles Blyth Holton, 1974
KAYNAK: ATALARIMIZIN TOPRAKLARI